Eğer kirli bir ırmağı içine alıyorsan, bozulmadan kalabilmen için bir deniz olman gerek der Fyodor Mihayloviç Dostoyesvki...
Beni çok etkileyen bir tespittir bu, yaşamla ilgili çok önemli bir benzetme yapılmıştır bu sözde...
Ne zaman içim sıkılsa Denizi gider izlerim o yüzden, engin sulara bakarım ve ufuk çizgisine dalarım...
Sahi nedir deniz olmak...
Deniz kalmak...
Hayat dediğimiz çizginin en önemli unsuru olan toplumun içinde yaşarken bizler nasıl kendimiz kalabiliriz...
Kirli ırmaklardan kendimizi nasıl koruyabiliriz...
Her yanımız bu kadar uyaran ile doluyken öz benliğimizi kaybetmeden kendi denizimizin dalgalarında nasıl seyredebiliriz...
Bu anlamda çok sevdiğim bir eserden bir söz daha paylaşmak isterim, yalnızca sol ayağıyla resim yapabilen bir sanatçıyı anlatır eser;Christy Brown’un Sol Ayağımda şöyle der;
“Asla diğer insanlar gibi olamayacaksam, en azından kendim gibi olacağım ve kendim gibi olmak için elimden geleni yapacağım.”
Dostoyevskinin deniz olmak tabiri ile insanın kendi olabilmesi ve kendi kalabilmesi arasında müthiş bir bağ vardır aslında...
Evet deniz olmak herşeye rağmen kendimiz kalabilmektir...
Kendimiz olabilmenin yolu da kendimize dönmekten geçer...
Modern toplumun tek tipleşmiş insan yaratma çabasından çok, insanın kendi içindeki ona ait değerleri keşfetmesi için önce iç görü sahibi olması gerekir...
Ancak iç görü yani içe dönmekle, bireysel tatmin ve bencillik çok farklı şeylerdir...
Malesef günümüzde insan kendi olma yolun da ilerlerken, bazen aldatıcı ve sadece günü kurtarıcı bir takım oluşumlarla karşılaşmaktadır...
Günümüzde kişinin kendisini geliştirmesi için yapılan, düzenlenen ve hatta parayla satın alınan bir çok etkinlik, bir çok teknik pazarlanmaktadır.
İç görüden uzak ve klişeleşmiş bir takım terimlerle insanlara mutluluk vaadi verilmekte, altı bilim, felsefe ve sanatla doldurulmayan bir çok rahatlatıcı söylemle insanlar kendilerini mutlu zannettirilmektedir...
Ben bazen bu oluşumları insanın beynini yıkayan oluşumlardan farklı görmem, burada sadece amaçlar farklıdır...
Okumayan, sorgulamayan, kendine emek vermeyen, kendisiyle yüzleşmekten kaçan bireyin, “E hadi bir de kişiliğimi geliştirivereyim’ deyip bir sihirli değnek satın alma çabasından ileriye gitmeyen şeylerdir bunlar...
Hatta ve hatta kendilerini farklı zanneden insanlar, yaptıklarının doğruluğuna o kadar inanmışlardır ki, birbirlerini destekler nitelikteki davranışlarla aslında ortak bir dil geliştirip, her birinin söylemlerinin farklı olduğunu sanarlar,ancak eylem boyutunda yapılan şey bireysel tatmin yolundan öteye geçmez...
Evet insan mutlu olmak için gelmiştir bu dünyaya, sürekli mutluluk aramak insanın doğduğu zamandan beri süre gelen bir dürtüdür...
Ancak birileri için bir şey yapmak, paylaşmak, kendi ihtiyacı varken, ilkel kaygılarımızdan uzaklaşıp dünya için bir şeyler yapmanın tadı aslında bireysel hazlardan çok daha öte bir haz verir insana...
Her sabah yataktan kalktığımızda bugün dünya için ne yapabilirim, bugün dünden farklı olarak ne öğrenebilirim, bugün ne üretebilirim soruları yerine bugün nereye gidelim,
bugün nerede kendimi göstereyim, bugün ne giyeyim , bugün ne yiyeyim dediğimiz sürece mutluluk sadece bitmesi gereken kısa bir oyun olarak kalacaktır...
Jack London’un yarı otobiyografik romanında ki Martin Eden’in ;
Mutluluğu bireysel haz zannedip, istediği herşeyi elde ettikten sonra, garip bir boşluğa düşerek, kendini mavi sulara bırakmasının nedeni de budur aslında...
O yüzden en başta dediğim gibi, binlerce uyaranın içinde yaşarken, böyle olmalı, şöyle olmalı diyen bir sürü zihniyetin peşinde koşarken, mutluluk yemini oltasına takmış ve biz yakalamaya çalıştıkça onu daha da uzağa fırlatan bir zihniyetle karşı karşıyayken...
Bir sürü ırmak içimize akarken , masmavi denizimizi korumanın yolu yine kendimizden geçer...
Aramalıyız, bulmalıyız, kendimize emek vermeliyiz...
Bu denizin en büyük neferleri, geceleri gemilere yol gösteren fenerler gibi karşımızda yanıp sönen...
Bilim, sanat ve felsefedir...