Yine yağmur damlalarının camlara usulca vurup, bazılarının orda kalıp, bazılarının ise daha önce vuran damlalarla birleşip pencerenin pervazlarına hep beraber biriktikleri ve buradan en son hep beraber toprağa karıştıkları bir gün...
Hava da değişik bir renk, bir yan gri, bir yan kızıl bir yan griyle kızılın birleşimi bir alaşım...
Güneşi perdeleyen bulutların inatla bugün burdayız seni bugün göstermeyeceğiz dediği, güneşinse bazen fırsatını bulup aradan sıyrıldığı, ancak ;bulutların bir süre sonra galip gelip havanın tekrar kapandığı bir akşam...
Radyom’da birden Atilla Atasoy...
Hem de “Zaman Meyhanesi” ile karşımızda...
“Ben billur kahkahalar çizerim zamana, bir yudum mutluluğa içtiğim anlarda, sevinçler alır beni, ben zaman meyhanesi diyorum şu hayata...
Ne sevda yıkar, ne hasret sarsar, ben tortulanmış aşksız bir şarap gibiyim.”
Aysel Gürel hanımefendinin bu müthiş sözlerinin Atilla Atasoy yorumuyla birleşmesini de dinleyince , bir melankoli sarıyor sanki tüm kenti...
Bir an önce çıkıp hayatla birleşmek istiyor insan...
Kaleiçinin sokaklarına atıyorum kendimi...
Islanmaktan korkanlarla, bir o kadar ıslanmak isteyenlerin doldurduğu sokakların garip bir hüznü var sanki daracık sokaklarda, cumbalı evlerin altından geçerken bir zamanlar birbirlerine seslenen komşuların sesleri geliyor kulaklarıma...
Tam bir zaman meyhanesinin içerisindeyim...
Karşımdan çocukluğum geliyor birden, camlardan uzanan soba borularından çıkan dumanlar yağmurla bir yarışa giriyor, yağmur damlaları durduramıyor göğe yükselmek isteyen dumanı...Duman galip geliyor...
Yağmur çok şiddetli yağmıyor, ıslanmam zannediyorum, şemsiyem yok zaten yanımda, biraz şiddetlenirse saçakların altına sığınıyorum...
Aklıma Atatürk caddesinde yürürken elinde şemsiyesiyle yürüyen Dedem geliyor;
Dede bu yağmurda şemsiye açılır mı ne gerek var diye soruyorum,
Buna ahmak ıslatan derler oğlum deyip yüzündeki hınzır gülümsemeyi anımsıyorum...
İşte böyle zamanlardan geçip tekrar Atilla Abinin Zaman Meyhanesine geliyorum,
Zaman meyhanesinin içerisinden, attığım her adımda taş duvarladan fışkıran çiçekler görüyorum, yapraklar üzerine düşen damlalar birer elmas parçası gibi, sonra bir köşeye yatmış Tripod çıkıyor karşıma, bir ayağı olmayan mücadeleci Tripod...Bakışıyoruz...Göz kırpıyorum...
Şarkıdaki gibi;
Boş saatlerin hasad mevsimi, yırtar geceyi,
Bir ok sesidir yüreğim...
Devam ediyorum, en çok sevdiğim paltomun cebine ellerimi sokup...
Gitmiyor şarkı aklımdan...
Devam ediyorum mırıldanmaya;
Sessiz, yağmurlu Kaleiçi sokaklarında, kalabalık bir yalnızlığın suyunu emiyor saçlarım...
Ve tekrarlıyorum; şu dizeleri;
Çılgınlaşır gönül,
En küçük bir hazdan,
Yalnızlık ufalır da
Ben sanki devleşirim...