Biz millet olarak abartıyı çok seviyoruz. Sevgimizi de abartılı, acımızı da abartılı yaşıyoruz. Bizim oralarda birisi öldüğü zaman özellikle kadınlar yas ederler.
Yas etmek bildiğimiz ölünün ardından ağıt yakmak. Bir odanın içinde her metrekaresinde kadınlar oturur. Ölenin en yakını olan üç-beş kadın odanın tam ortasındadır ve sanki şarkı söyler gibi maniler söyleyerek ağlamaya başlarlar. Aşık atışması gibi biri bitirir, diğeri başlar. “TeIgrafın direkIeri sayıImaz. BöyIe civan teneşire koyuImaz. Benim yavrum baygın düşmüş ayıImaz. Ne deyip de ağIayayım bugün ben” gibi veya “Şafak söktü tan yerIeri atıyor, tren geImiş acı acı ötüyor, kardeşim şehit oImuş yerde yatıyor, ak eIIeri kızıI kana batıyor.” Gibi.
Nasıl oluyorsa her ölünün ardından birileri mutlaka mutlaka ama “dişi sıkılır” ve bayılır. Zaten kaşıkçı, soğancı ve kolonyacı kadınlar hazırdır. Kaşıkçı kadın elinde tahta kaşıklar hazır bekler, dişi sıkılan yani dişleri birbirine kenetlenen kadın kendisini yere atınca bu fırlar hemen dişlerinin arasına tahta kışığı sokmaya çalışır Dişleri kırılmasın diye tahta kaşık kullanılıyormuş. Sonradan öğrendim ben.
Ardından soğancı kadın yetişir. Bir soğanın tepesine yumruğunu vurduğu gibi bayılan kadının burnuna dayar. Kolonyacı kadın ise hemen kollara dalar. Eline aldığı gül, limon, tütün ne varsa artık basar vücuduna kolonyayı. Kollara masaj en az 10 dakika bu eylem sürer. Onun ayılma işlemi tamamlandıktan sonra diğeri bayılır bu böyle cenaze kaldırılıncaya kadar devam eder.
Herkes o gün kendi evlerine döndüğü zaman evdeki muhabbet cenaze evinde en fazla kimin ağladığını, kimin kendisini paraladığı üzerinedir. Tabi bu arada “Küçük gelin, ölen kayınpederi için iki ağladı, bir yas etti, kalktı. Herkes bayıldı bir o bayılmadı” diye birde gıybet ederlerdi.
Şimdi düşünüyorum da bizimkiler cenazede resmen tiyatro oynarlardı. Bazıları tam böyle Altın Portakallık, oskarlık filan oyunculuk örneği teşkil edecek kadar kaptırırlardı kendilerini.
Üzülenleri mi soruyorsunuz. Onlar acılarını hep içinde yaşayanlardır. Ben onları hemen fark ederdim. Sessizce, öylesine dalmış öylesine boş bakarlar dı ki, onun acısını ta içimde hissederdim. Acısı o kadar fazla olurdu ki, “El alem ne der” olayını bırakmış, acının tortusu içine çökmüş olduğunu zaten görürdünüz. Bir başka zamanda sevgiyi nasıl abarttımızı yazarım.