Eylül geldi ya, bende tam bir Antalya havası. Ruh halimin uçarılığı başladı. Bir gün sabahtan esiyorum deli deli, koltuklarımın altında, saçlarımın içinde rüzgarları hissediyorum, bir saat sonra havam değişiyor. Berbat bir nem havası gibi üzerime çöken bir hüzünle etrafımı süzüyorum. Öğle saatlerinde ise güneşin yandan yandan vurmasıyla oluşan gölge oyunu gibi beynimdeki düşünceler bir oraya, bir buraya köşe kapmaca oynuyor. Öğleden sonra günün bitmesini hissettiren bir hırçınlık geliyor. Akşam üzerleri ise güneşin erkenden kaçmaya çalışması gibi, bende kendimi de alıp gidesim geliyor bu şehirden.
Seneler önce çalıştığım gazetenin patronu gelmiş, denize nazır Kaleiçi manzaralı ofisi görünce “Harika bir manzara karşısında çalışıyorsunuz” demişti. İlk defa benimde dikkatimi çekmiş, bakıp kalmıştım. Sonrasında derin bir uykudan uyanır gibi, “Beyefendi biz çalışmaktan o manzarayı inanın siz söyleyince fark ettim” dedim.
Gerçekten biz içinde yaşarken bu kentin güzelliklerini, rahatlığını, ferahlığını, konforunu, muhteşemliğinin farkında bile değiliz. Ama dışardan gelen birisinin gözü ile görüp bize söyledikleri zaman nasılda şanslı olduğumuzu o zaman fark ediyoruz.
Günün her saati değişen bu kentin havası kendisine bağlıyor gelenleri. Bir gelen bir daha geliyor, bir daha geliyor. Bazen gelip gidemiyorlar, kalıyorlar. Kalanlar artık birer Antalya’lı oluyorlar. Terk etmeleri imkansız, saplantılı bir aşkla bağlanıyorlar bu kente.