Belki siz de “80 yaşındaki annelerini döven çocukların” haberini okudunuz. Bu ilk olay değil, herhalde sonuncusu da olmayacak. Basına yansıyanlar sadece çevrede duyulanlar. Duyulmayanlar, gizlenenler, görmezlikten gelinenler de var. Şiddet, ihmal ve suiistimal kurbanı haline gelme tehlikesi yaşlılıkta yeni değildir. Bu tehlike her zaman vardı, ama bugünlerde daha çok bunun somut örneklerini kitle medyası aracılığıyla duyuyoruz.
Yaşlılığın birey açısından en kötü tarafı, bedensel gücünde meydana gelen kayıplardır. Eskiden merdiven basamaklarını ikişer üçer çıkan insan, yaşlanınca sokağa bile çıkası gelmiyor. Yaşlılara neden eve kapanıp kaldıkları sorulduğunda, örneğin giyinip soyunmak, ayakkabılarını giymek, merdivenlerden inmek gibi kendilerine artık zor gelen işleri yapmak istemedikleri, bunun için harcanması gereken kuvveti kendilerinde bulamadıklarını, bu yüzden evde kalmayı tercih ettiklerini söylüyorlar.
Her ne kadar eskiden bugünkü kadar çok yaşlı insana toplumda rastlanmıyorduysa da, sayıları az olan yaşlılara bakıldığında, bunların en önemli özelliğinin bedensel kayıplarla bağlantılı olduğu görülüyordu. Eski çağlardan günümüze ulaşan yaşlılar hakkında bilgilerin hepsi o dönemlerin elit tabakasının mensupları üzerine olduklarını da anımsayalım. Devlet adamları, filozoflar, din adamları gibi kişilerin yaşlılıkları hakkında bazı bilgilere sahibiz. Bunların çoğu çelişkilidir.
Yaşlılık her dönemde bedensel kayıpların belirlediği yaşam dönemi olarak karşımıza çıkıyor. Eski Mısır’da, 4500 yıl önce yaşamış olan bir düşünür, “yaşlının sonu ne kadar hazindir” diyordu. Bunu derken acaba kimi düşünüyordu?
Eski dönemlerde elit tabakanın mensupları doğal olarak “kendi” yaşlılığını göz önüne alma gereğini duyuyordu. Başına gelebilecek tehlikeleri dikkat alması gerekiyordu. O zaman bu tehlikeye karşı yaşlılıkta kendilerini koruma ve kollama altına alacak olan bazı önlemlerin alınması, gerekli görünmekteydi. Bu önlemlere gençlerin itirazı olamazdı, çünkü aynı tehlike gelecekte kendileri açısından da mevcuttu. Dolayısıyla bu bağlamda kuşaklararası bir uzlaşma kültürünün varlığından söz edilebilir.
Kültürlerin çoğunda, anlamı farklı olsa bile yaşlı saygı talep edilmektedir. Yaşlıya saygı kültürü çok eskilere dayanan bir gelenektir. Bunun izlerine din kitaplarında, antikçağdan kalan eserler, ilkel kavimlerde rastlıyoruz. Bunun ardında yaşlılıkta koruma ve kollama olanakları azalacak olan bireyin korkularının yer aldığı ve bunları bastırmak, kendini bu tehlikeden korumak amaçlı olarak “yaşlıya saygı” kültürünün genel kültüre eklendiğini düşünebiliriz.
Böyle bir kültürel elementin genel kültüre eklenmesini tabii ki ancak ilgili kültürün elit tabakası yapabilir. Kaldı ki o dönemlerde alt sosyal tabakalarda yaşlıların sayısı yok denecek kadar azdı. Ama bundan bağımsız olarak, bu tür kültürel değişimler kendiliğinden ortaya çıkmaz. İnsanlık tarihi sürecinde herhalde kültürlerin çoğunda üst sosyal tabakaların mensupları, yaşlanınca kendilerini bekleyen tehlikeleri gördü ve buna karşı önlem alma ihtiyacını hissetti.
Günümüzde ise devlet olanaklarıyla yaşlılıkta birey koruma ve kollama altına alınıyor. Böylece kuşaklararası uzlaşma kültürünün parçası olarak “yaşlıya saygı” gençlerin nazarında önemini kaybediyor ve kendi gelecekleriyle ilgili kaygıları ortadan kalkıyor.
Bugün önlem alması gerekenler bizleriz, yani hepimiz. Çünkü hepimizin yaşlanma olanakları çoğaldı. Yaşam süremiz devamlı uzuyor. Ama yaşlılık öncelikle bedensel kayıplarla bağlantılı bir yaşam dönemi özelliğini koruyor. Sadece ilaçların, sağlık hizmetlerinin, rehabilitasyonların vs. sağladığı olanaklarla, bedensel kayıplara rağmen uzun yaşıyoruz. Dolayısıyla kültürümüze çağımıza uygun olan yeni bir yaşlılık kültürü elementlerini eklemek zorundayız.
GÜNDEM
02 Ağustos 2018 - 09:41
Kültürel Element Olarak "Yaşlıya Saygı"
GÜNDEM
02 Ağustos 2018 - 09:41