“Daha uzağa gitmek için yavaş adımlarla ilerleyin” diyordu Hector Garcia ve Francesc Miralles, ‘İkigai Uygulama Rehberi’ adlı ortak yazdıkları kitaplarında.
***
Koşar adım geçen ömrü koşar adım yaşıyoruz sanki. Tam olarak ne bir ritim tutturma var, ne durup düşünme, ne de tek bir şeye ömrü adayarak odaklanma yetisi. Ben dâhil, yaşadığım muhitte hepimiz, günü, haftayı, belki de en fazla önümüzdeki birkaç ayı kurtarma derdinde sadece koşuyoruz.
Biraz güne anlam yüklemek, biraz zamanın farkındalığını keşfetmek için durup dinlenmeye kalksak, diğer koşanlara oranla keyifçi oluyoruz. Zaten sistem işleyişi sayesinde arkada kalmamak için durmayı da öyle pek göze aldığımız söylenemez.
Daha okul yıllarında başlayan, arkamızdan atlı gelircesine koşturma merakımız, yaşımız kaç olursa olsun devam ediyor. Bir zaman sonra, ‘elekti, undu, duvara asılmıştı’ kelimeleri dahi bu 21’inci yy ‘da artık kar etmiyor.
Hep daha fazlası bekleniyor ruhumuzdan, bedenimizden, kimliğimizden. Bu beklentiyi karşılamak için de hep daha fazlasını gereksinim olarak görüyoruz. Yaşamın içinde gerçek tutkularımızı birer hobi olarak adlandırıp, kazanç yolunu hep bir koşturmacada buluyoruz. Sanatsal eğilimlerimiz, benliğimiz, zamanın en değerli anlarına şahitliğimiz hep eksik, hep biraz kısa kalıyor bu koşturmacada.
Hızlı olmanın bir yaşam savaşı olduğuna o kadar inandırılmışız ki, meşguliyeti ve hızı itibar olarak algılamaya başlamışız. Oysaki 19’uncu yy ‘da medeniyetin hızından kaynaklı stresten arınma yolları arayanlar çoktan işe koyulmuşlar bile. Henry David Thoreau, ‘slow life’ (sakin yaşam) akımını destekleyici bir bakış açısıyla bir orman kulübesinde iki yıl, iki ay ve iki gün yaşamaya karar vermiş. Günümüze kadar şekillenmesi 1989 yılını bulmuş. Sosyolog ve siyasetçi Carlo Petrini Roma’nın göbeğinde bir fast food zinciri mağazasını protesto etmiş, bu eyleme Romalılar ve çiftiler katılım sağlamış. Fast food zincirleri büyümeye devam ederken bir taraftan da uluslararası ‘slow food’ akımını başlamış.
‘Slow life’ yani, ‘sakin/ yavaş yaşamak’ akımında, yaşamın bütün yönlerinde nicelikten çok niteliğe önem verilmiş. Kısaca yaşamaya önem verilmiş, zaman ayırılmış. Yaşamdan keyif almak üzere hayatın kontrolü gerçek anlamda insanca ele alınmış. Daha basit, daha saf, daha tutkulu ve daha eğlenceli bir hayat bilgeliği de destekler nitelikle insanlığa sunulmuş.
Bu akımda daha minimalist ama daha gerçekçi, şişirilmemiş kaliteli bir yaşam ön görülmüş;
Sayıca az, yıllarca kullanılan dayanıklı kıyafetler ve eşyalar…
Daha az et tüketimi, organik besinler…
Daha az faaliyet, o faaliyet içinde daha fazla zaman geçirme ve yarar sağlama…
Az ama gerçek arkadaşlıklar…
Öz saygımız, değerlerimiz…
Önemi olan esaslara adanmışlık…
19’uncu yy ‘da farkındalık kazanan bu akımın günümüzde çoktan kaliteli bir yaşamın kapılarını sonuna kadar bize açmış olması gerektiğinin bilincini gölgeleyen bir hüsranla yazıyorum her bir satırı.
Bugün virüs ortaya atılır, yarın metaverse ile dünya fethedilir, sonrasında dünya nüfus planlaması maddi kaynakların yönetimi üzerinden yürütülür ve homo sapiens nesli de tüketilmek üzere bu plana dâhil edilir. Hayatın hızlı treninden bir an önce inip, bir ağacın gölgesinde soluklanmayı, insanlık acaba ne zaman akıl edebilir?
Bilgeliğin giderek tarih olduğu, gerçek yaşamı ele geçiren teknolojinin, insanlığa aracı olmaktan çok belli insanlara hizmet politikasıyla doğrudan bağlantısı olduğu ne zaman anlaşılır?
Öyle gözüküyor ki, yaşayan, düşünen ve sorgulayan kimse kalmayıncaya dek o tren durmayacak, atla o trenden!