Doksanlı yıllarda çocukluk – gençlik yaşayanlar çok iyi hatırlayacaktır bayram alışverişlerini. Bayrama daha 10 gün hatta bazen bir ay öncesinden başlayan hazırlıklar öyle tatlı, öyle güzel olurdu ki.
Biz ailece her bayram büyükleri ziyarete memleketimiz Ereğli’ye rahmetli babaannemin evine giderdik. Kurbanlık önceden alınmış aileye alışmış olurdu. Bir hevesle hemen arka bahçeye kurbanlığı görmeye sevmeye koştururduk. Kuzenler, teyzeler, halalar derken koca bir kalabalıkla karşılanırdı bayramlar. İşte o kalabalıkta farklı illerden gelen akrabaların birbirine aldığı hediyeler bayram öncesi verilirdi. Kimse eli boş gelmez, herkes birbirinin ne sevdiğini, yaşına uygunluğunu, bedenini bilirdi sanki.
Ben o zamanlardan modaya karşı ilgili bir çocuk olduğum için mutlaka her bayram kendi bayramlığımı kendim seçerdim. Parlak rugan hafif topuklu Mary Jane model ayakkabılar, dantelli elbiseler, çiçek detaylı şapkalar, süslü şeker-para çantası derken babaannemle tek tek dolaşırdık Ereğli esnafını. Babaannemin elini bir an olsun bırakmazdım. Esnaf da her sene geldiğimiz için beni tanırdı. Her girdiğimiz yerde pazarlık yapılır, veresiye defterine rakamlar yazılırdı. Yaz günüyse çarşıda külahta dondurma yenir, eve kiloluk alınırdı. Kış günüyse bir muhallebi, bir sahlep cukka edilmeden eve dönülmezdi.
Babaannem zamanında köy enstitülerinde öğretmenlik yapmış, dokuma fabrikasından emekli bir kadındı. Esnafın sevgisini güvenini kazanmış, herkesin Necmiye Hanım diye hitap ettiği saygı duyduğu özel bir insandı. Samimiyet ve güler yüzle yapılan alışverişte manavla ayrı, kasapla ayrı, terziyle ayrı sohbetler yapılır, çay kahve içilmeden kimse yollamazdı. Evdekiler de düşünülür, ufak tefek de olsa diğer torunlara da birkaç parça eşya alınırdı. Eve geldiğimizde herkes kendine düşeni alır, ara sıra ufak o senin, bu benim olsun muhabbeti yapılır ama asla parası konuşulmazdı. Bayramdan bayrama bir araya gelinen o büyük sofralarda herkesin yüzünde aydınlık bir gülümseme, yarının tatlı telaşı, hazırlığı, tatlısı, çöreği, böreği konuşulurdu.
Konu komşu ‘Necmiye Hanım torunlar gelmiş, gözün aydın diyerek evden getirdiği tepside börekleri, revanileri, tulumbalarıyla avluyu doldurur, sofraya hep bir tabak daha eklenirdi.Herkes işinin gücünün stresini, sorunlarını, acılarını geldiği memlekette bırakır, o sofrada kimse dert konuşmazdı. Dertleşilecekse annelerimiz mutfakta kahve yaparken lafın belini kırar, fısırtıların ardından iki de kahkaha patlatırlardı. Babalarımız akşam avluda herkes dağıldıktan sonra uzun ve sessiz bir molada sohbete dalardı. Sabaha dertte kalmazdı tasada…
Bayram, bayram havasında geçer, hep umut dolu cümleler gönüllerde çiçek açardı.
Nasıl kucak dolusu sevinçle karşılandıysak, öyle sevgiyle, daha gitmeden birbirimizi özleyerek memleketlere dağılırdık.
Şimdi bakıyorum da, bayram hazırlığının sadece adı, bayramın da tatil yanı kalmış. Bayrama üç beş gün kala bile (eğer bir işi varsa) halen maaşlarını alamayan çalışanla, bir türlü elindeki malı satamayan mahalle esnafı kalmış. Konu daima her şeyin miktarı, fiyatı üzerine yoğunlaşmış. Kimse kimsenin zevkini bilmez, kimse hediyeleşmez, kimse bayramlarda memleketine gidemez olmuş. Kurbandan kurbana et gören aileler de, bayramdan bayrama yeni giysilere kavuşan çocuklar da o eski bayramları özlemle anacak, masal gibi dinleyecek hale gelmiş. Bayram alıverişinin alış kısmı kaldırılmış, almaktan çok alışmağa bağlanmış; elde kalan veriş kısmı ile yetinilip, ver-iş olarak işsizliğe dem vurulur olmuş.
Duygularından, ruhundan, özlemlerinden, birikiminden, varoluşundan, geleceğinden veriş; yokluk içinde geçmişe sesleniş… Alış kardeşim alış, almadan borçlanmaya, aldığın nefese şükre, nefsini yoklukla terbiyeye alış…