Ufak bir anekdotla günümüze değer katmak üzere hassas gönüllerimize bir mesaj vermek isterim.
Bu anekdot, yıllar önce gözlemlenen bir olaya istinaden kaleme alınmış ve uzun yıllar hatırımdan çıkmamış bir durumdur.
Uzakdoğu’da araştırma yapmak üzere yola düşen bir keşiş, yol üstünde alelade bir köye ziyarette bulunuyor. Ziyaret esnasında mezarlığın önünden geçen keşiş, mezar taşlarının üstünde bulunan 2516, 5154, 20121, 35152, 102 gibi birbirinden farklı ve anlam veremediği rakamları görüyor. Merakını gidermek üzere köyün en bilge kişisinin kapısını çalıyor.
-“Çok düşündüm, bunca yolculuğumda onca farklı kültürle karşılaştım ancak mezar taşlarının üstündeki rakamların ne olduğu konusunda en ufak bir fikir yürütemedim; ay mıdır, yıl mıdır, hangi takvimin bir bilinmez yanıdır”, diyor.
Bilge gayet sakin ve kendinden emin bir tavırla gülümseyerek;
-“Biz yeni doğan her bebeğin beline bir ip bağlarız. Yaşamı boyunca her güldüğü, mutlu olduğu, sevinç gözyaşı döktüğü zamanlarda, o ipe bir düğüm atarız. Yaşamı sona erdiğinde de belindeki ipin düğümlerini sayar, mezar taşlarına yazarız”, diye cevap veriyor.
Tabi keşiş duruma anlam veremez bakışlarla bilgeyi süzünce, bilge; “Bizler bir insanın yaşadığını, yani ne kadar yaşadığını o düğümlerin sayısından anlarız” diyerek devam ediyor.
***
Bir Uzakdoğu inanışına göre şekillenen bu kısacık öyküde insanın yaşadığı yılların pek de bir önemi kalmıyor aslında. Öldüğünde doğum yılı ile ölüm yılı arasında çıkan yıl farkı olmuyor yaşadığı sandıkları. Yaşam bizlere vaad edilen kısa ya da uzun yılların toplamından ziyade, nefes alıp verirken ne kadar güldüğümüz, ne kadar mutlu ana ortak olduğumuz, sevincimize iştirak eden gözyaşlarımızı ne kadar akıttığımızla belirlenen bir kavram halini alıyor.
İnsanlarımız, sorunların, darlıkların, fenalıkların arasına sıkışmışken öyle bir zamana denk geliyor ki, derdini anlamayacağa dahi derdini anlatıyor. Mustarip olduğu ne varsa bir ufacık karşılıkta, dertlenmekten, kederlenmekten, ömrünü uğruna tükettiklerinden yola çıkarak; acıyı, hüznü, yalnızlığı, kahroluş hikâyelerini anlatmaktan vazgeçmiyor. Alıştığı duyguya yakın olmayı yeğlerken, mutluluğu hep ıskalıyor.
Kimi zaman karnı yırtılırcasına, çenesi ağrırcasına, tüm acıları unuturcasına kahkaha atmayı kendine fazla görüyor. Biraz mutlu olsa ardından hemen aksini bekler bir düşüncenin ucunda yaşıyor. Öğretilerin ağına saplanmış bir çerçevede sabitlenmiş hayatlarımızı aşmamız gerektiği inancı içimizden dışarı taşıyor. Ah o insansı ihtiyacı karşılayacak inancın birazı içimizde kalsa da, acının düğümlerini tek tek çözsek her nefes alışımızda.
Tabi bizdeki düğüm anlayışı başka. Sahiden, belki bizlerin de bellerine bağlı görünmeyen ipler vardır ha, ne dersiniz? Biraz garip olacak ama bizler o düğümleri maalesef ki farklı amaca hizmet için atıyoruz gibi. Bir kere ‘düğüm’ e bakışımız bu.
Hiç düşündünüz mü; acılarımızda, gönül sıkkınlığımızda, yanlış kararlarımızda birer, ikişer attığımız içindir belki de bunca kısmetsiz gülüşlerimiz. Bir ekran yansıması, bir acı hayat simülasyonudur belki hissettiklerimiz. O sebeptendir bizim mezar taşlarında yazan tarihlere gizleriz yaşam haddimizi.
Belki her fotoğraf karesinde gülmek zorunda hissetmemiz bu yüzdendir, kim bilir?
Yaşayan bilir; ama gerçekten yaşayan bilir. Uzakdoğu inanışına göre mutluluğun düğümleri için çaba gösterenleri fark edince, diyorum ki bizlerde acının düğümlerini atanlar bilir ve aklıma Richard Leigh ve Susannah Clark’ın hatırlattığı bir şiir gelir;
Çok çalışmak diye bir şey vardır.
Sanki hiç paraya gereksinimin yokmuş gibi şarkı söylemelisin,
Hiç incinmeyecekmişsin gibi sevmeli,
Hiç kimse görmüyormuş gibi dans etmelisin,
Hepsi yürekten olmalı,
Gerçekten işe yaramasını istiyorsan…