İki gün önce günlerden NFK idi. Çok sevdiğim ilim, fikir ve dava insanı, edebiyat aşığı mütefekkir şair ve yazarımız Ahmet Necip Fazıl Kısakürek’in vefatının 38. Sene-i devriyesiydi.
Ortaokul sıralarında ilgimi çeken bu adamı yıllar geçtikçe daha iyi anlıyor ve eserlerini her okuduğumda daha farklı algı geliştirerek ilerliyorum.
Öyle ki, ölümsüz eserleriyle bizimle yaşamaya devam eden Kısakürek, keskin kalemiyle gönüllere vecd olmuş nadide bir insan. Mutlaka ömrün herhangi bir zamanında duyulan, belki ufak bir kâğıt parçasıyla avuca sıkıştırılan, belki de beklediğinin ardından geçen yılların sonunda yaşanan o bekleyişi anlatan ve ‘tam da bu işte’ denilen ‘Beklenen’ eserini kısacık da olsa tekrar hatırlayalım mı?
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme, artık neye yarar?
Beklenene bu kadar gerçekçi bir yaklaşımla yazılan böyle anlamlı satırlara başka bir şiirde henüz tanıklık etmedim.
Maraşlı hukukçu bir baba, Giritli bir annenin oğlu olarak İstanbul’da 1904 senesinde gözlerini açan Necip Fazıl Kısakürek, gönüllerde bu kadar hassasiyetle yer edecek anlatımına haiz şiirleriyle, ömürlerimize bir ustalık, bir yoldaşlık nakşetmiştir. Gerçekliğin gönül teline dokunan yaklaşımını bugün bile hala yazdıklarının etkisinden çıkamamış biri olarak değerlendiriyor ve bir Necip Fazıl daha gelir mi diye iç geçiriyorum.
Bunca eseri kaleme alırken farklı yolları tek bir yerde, Hak yolunda bağlamasının nedenini kimi zaman daha küçük yaşlarda kardeş acısı yaşayıp tek çocuk olarak hayatına devam etmesine, kimi zamanda ilmi inancıyla sarsılmaz bir bütünlük oluşturmasına ve tasavvufa olan yatkınlığına bağlıyorum.
Necip Fazıl Kısakürek, ülkemize farklı bir aydınlanma getirmiş, naif kişiliği ve vatan tutkunluğuyla bugün bile yerine kimseyi koyamadığımız özel bir edebiyat ustası…
Bazen düşünüyorum da şu kısacık anlatımlara sığmayan büyük kalem, bugün hala yaşıyor olsaydı; bunca hainliğe, bunca inkâra ne derdi? İnsanın insana ettiği zulme karşılık yazarak değil de, yürek gücünü göğsüne alıp ayaklanıp, koşarak mı seslenirdi?
Belki, inanç düşmanlığıyla geleceği zehirleyen zihniyetlere, “Ya İslam’la yükselir, ya inkârla çürürsün. Bu yol mezarda bitmiyor, gittiğinde görürsün”, sözlerinin yanı sıra, bunca gelişmeyi, teknolojiyi kötü emelleri için kullanmalarına istinaden, tüm dünyayı etkisi altına almalarını, “Bana çağdışı diyorlarmış. Ne büyük bir onur! Ben bu çağın dışında kalmayayım da, içinde mi boğulayım”, sözleriyle mi desteklerdi?