Belki sizin de kulağınıza da bu tarz duyumlar gelmiştir. Belki sizler de olup bitenleri, yaşadıklarınızı, başınıza gelenleri iyi ya da kötü her durumda değerlendirme cesaretini göstermişsinizdir.
Birbirini seven iki insan 20 yıl çocuk hasreti çektikten sonra bir evlatları oluyor.
Çocuk henüz 5 yaşına geldiğinde vücudunda pul pul deri dökülmeleri başlıyor. Hatta ince jilet kesiği yaralar da peyda oluyor. Doktor doktor, memleket memleket geziyorlar ama ne çare. Kimi doktor alerjik reaksiyon gösteriyor diyerek farklı tahlillere yönlendirip, farklı ilaçlar öneriyor, kimisi ciğerden diyor, kimisi böbrekten diyor, kimi havadan, kimi sudan derken kimse derdine derman olamıyor.
Aradan geçen 3 sene sonunda bu tanı konulamayan hastalık çocuğu yatağa düşürüyor.
Çocuk kendini herkesten soyutluyor hatta evden çıkmak dahi istemiyor.
Kimi zaman şiddetli ağrılar ve ateş, kimi zaman da ciğerlerini söken öksürük nöbetleriyle uyandırıyor yanı başından hiç ayrılmayan anasını.
Çocuğun babası, “Avrupa’da derdine derman olan bir doktor bulabilme umudu varsa da, elde yok avuçta yok, gün bulup gün tüketiyoruz, ah bu fukaralık” diye kara kara düşüncelere dalmış evin yolunu tutarken ayağına bir taş takılıyor. Donup kalıyor. Taş öyle parlak, öyle güzel, öyle farklı ki hemen aklına oğlu geliyor. Hiçbir şeyden memnun olmayan, oyuncak dahi oynamaktan zevk almayan oğlunun biraz olsun beğeneceğini tahmin ettiği taşı atıyor cebine.
Eve vardığında halsizlikten konuşmak da bile güçlük çeken oğluna taşı gösteriyor. Çocuk taşa uzun uzun bakıyor ve “Babacım, bu taşın bile üstü ne kadar parlak ve pürüzsüz, bir de bana bak. Taş bile benden güzel görünüyor.” Diyor. Çocuğun bu sözleri hem ananın hem de babanın ciğerine ok gibi saplanırken baba dayanamıyor; “Oğul bu taş özel bir taş. Öyle her taşa benzemez. Bu taş kendi yüzeyi gibi seni iyileştirecek ve sen de diğer çocuklar gibi olacaksın.” Babanın ağzından bu cümleler bir anda çıkıveriyor. Heyecanla kendisini dinleyen oğlunun gözlerindeki parlamaya şahit olan baba anlatmaya devam ediyor; “Bu taş yeryüzündeki bütün çocukların özgürlüğünü geri vermek üzere gökten gönderildi. Bu taş sana gönderildi. Annen her gün bunu kaynatıp suyunu içirecek ve sen de diğer çocuklar gibi olacaksın. İyileşeceksin oğul.”
Adamın ağzından çıkan bu son cümleden karısı bile etkilenmiş olacak ki, kadın taşı alıp derhal yıkıyor ve kaynatmaya başlıyor. Her sabah taşın suyunu içen çocuk, her akşam taş için dua eden anne, her gün boşa umut verdiği için kahrolan baba.
Günler birbirini kovalarken bir sabah karı-koca telaşlı bir sese uyanıyorlar.
“Anne, baba haydi kalkın, bakın, taş işe yaradı. Beni de iyileştiriyor. Koluma bak! Bak bacaklarıma, ayna lazım ayna, yüzüme bakacağım! Yüzüm nasıl?”
***
Baba olanlara inanamazken, annesi hıçkıra hıçkıra ağlayarak çocuğunun parlayan ay yüzüne bakarken en güzel ayna oluyor aslında.
O, minik yüreğinde inancın en temizini, en görkemlisini en lekesizini, en şüphesizini hissediyordu. İyileşeceğine inanmıştı. Taşa inanmıştı. Babasına inanmıştı. O sadece inanmıştı.
İnandığı ne varsa en güzelini yaşadı.