Kusura bakmayın ama hiç öyle romantizme filan bağlayamam işin ucunu. Tabi ben de severim aklınızdan geçen Alpay’ın o derin, içten, özlemle hatırlanan parçasını.
Ancak çok reel bir yaklaşımla ‘Eylül’de gel’ dediklerimize sesleniyorum aslında.
Temmuz sonu doğal afetlerden kalan sancılarımız, Ağustos’ta pandemide yükselerek devam eden vaka sayımız ve kaybedilen hayatlarımız derken yeterince yıprandık.
Ayrıca genç- yetişkin demeden büyük bir özlemle beklenen okulların açılması da bu dönemde hem kaygıları hem de masrafları tavana çekti.
Diyeceksiniz ki ne var sanki okullar açılıyor, her sene aynı masraflar zaten vardı, şimdi ne oldu?
Ne mi oldu? Bunca zaman çoğumuzun yaşam kalitesini, çalışma hayatını, gelirini, rutin düzenini alt üst eden pandemi sürecinde okul, iş ve ev değişiklikleri göz önüne alınırsa; hiç öyle her sene ki gibi diyerek geçemeyeceğimiz durumlar söz konusu oldu.
Yani endişe sadece okul masrafları, pandemi de okula başlamak değil. Kimi evin, kimi işin, atamaların, tayinlerin uğraşında kimi de borç yapılandırmaları, ödeme koşulları, kredi hesaplarıyla kafayı bozmakta.
Dediğim gibi bence siz Eylül’de gelmeyin!
Yıllarca çoğunluğun aksine Eylül ayını hep yeni başlangıçlar, yeni doğuşlar, yeşeren umutlar, tomurcuklanan sevinçlerle, rüzgâra karışan en taze nefes, geçmişin en güzel anlarına davet, ıslanan toprak kokusunda rahmetle özdeşleştirmiş, hüzün kapılarını hiç aralamamıştım.
Ancak içinde bulunduğumuz salgınla mücadelemizin hüzünlü Eylül’ünde bu ikinci yıl oldu. Neşelenmek için birkaç söyleşi kitaplarına sarılmak, komedi filmlerde kendimi bulmak, 90’ların hareketli parçalarında iki sallanmak istesem de, içimde büyüyen, ne yaparsam yapayım memnuniyetsiz düşüncelerden kurtulamıyorum. Normal olması gereken her şeyin günümüzde zor gibi gözükmesinden ve bu durumun giderek insanlar üzerinde psikolojik baskıyla çoğalmasından çekiniyorum.
Hemen hemen her yaz sonrası ufak ev tadilatlarının ardından, insanın kendisi için de yaptığı güzel şeyleri düşündüm de; eve misafir almak, doğum günleri düzenlemek, yemeğe sevdiklerimizi çağırmak, ailemizle tatile çıkmak, maaş zamanı yeni planlar yapmak, öyle sanıyorum ki bu birkaç senedir iyice lüks oldu.
‘Bir ben miyim’ dediğim anlarda cesaretimi toplayıp yaşama karşı duyduğum kaygıları etrafımla paylaştığımda, karşılık olarak “AYNEN” kelimesini duymak da artık alışılagelmiş bir durumun habercisi oldu. İşte o zaman ‘bunalımda mıyım acaba’ diye düşünmekten ziyade, birinci tekilden birinci çoğula yükselen sesleri duymamak imkânsız, hatta aslını inkâra teşebbüs olur.
Son günlerde pandemi dolayısıyla yüzlerce insan can verirken, hala aşı tartışmalarının göbeğinde seyirci pozisyonunda kalıyoruz. Yangında, selde zarar görmüş afetzede vatandaşlarımızın yaraları devletin ve milletin bütünlüğüyle sarılmaya devam ederken, hala siyasette rant oluşturma peşinde koşanlara rağbet ediyoruz. İnsanımızı anlamak, dinlemekten bahsederken, kendi iç sesimize kulak tıkıyoruz.
Karar verme yetimizi yoksa yavaştan kayıp mı ediyoruz?
Siz en iyisi mi beni dinleyin, gelmek için Kasım’ı bekleyin.
Kim bilir güzel günler, ‘yarın’ diyemiyorum ama belki yarından sonra gelebilir!