Güz mevsimine henüz girmemize rağmen tüm yaşamın beklenti içine girdiğini gözlemliyorum. Öyle ki, insanların ev-iş-okul değişikliklerinin yanı sıra yazdan kalma son günlerde yavaş yavaş serinleyen havaya uygun tarz değişikliği de göze çarpar bir hal aldı. Tarz denilince hemen aklınıza sadece moda katalogları gelmesin tabi. Genel yaşam tarzındaki değişiklikleri de göz ardı etmemek gerek. Yazın tatile çıkamayanların, pandemiden nefes alamayanların kısa gezintilere hazırlandığı ya da henüz eve dönüşü gerçekleştirip, yeniliklere karşı hevesli fakat içinde bulunduğu kararsızlık ve maddi kaygılar neticesinde tedirgin olduğu bir evreden geçenlere rastlamak da mümkün.
Sakin sakin sararan yaprakların toprağa düşmesiyle çıplaklaşmaya yüz tutmuş ağaçlara inat, kendini sarıp sarmalayan duygulara, kıyafetlere, insanlara ihtiyaç duyan canlıların da beklentiye girdiği bir dönemdeyiz.
Alışkanlıklarını değiştirmek isteyenleri de görmek mümkün. Geçtiğimiz senelerde yaptıklarının ya da kendisine yapılanların birikimini değerlendirmek üzere yeni yol haritası çizenler, önümüzdeki seneye şimdiden hazırlık yapıyor gibi. Yazın sıcağı, yangını, yorgunluğu, uykusuzluğu, halsizliği, kırgınlığı, yaraları, borçları, geçici aşkları derken samimi ve sakin bir kuytu arar gibi insanlarımız.
Bu yeni dönemde telaşların yerini suskun bir beklentiye, yönlendirilmeye, yönlenmeye ve değişime bıraktığı günler tek tek, akışın içinde gelmeye devam ediyor. Sanki kendimizde eksilenleri görmekten, artanları saymaktan kaçıyoruz. Güneşten saklanan yarasalar gibi mağara kenarlarına tepetaklak yapışmış gibiyiz. Öyle ki, ufak bir ışık huzmesi içimizde bulunan sancıları daha yumuşak bir geçişle görmemize imkân tanırmış gibi, ne tam karanlığa gömülebiliyoruz, ne de gün ışığı bizi rahatlatıyor.
Bazen Amerikalı yazar Debbie Ford’un, “Işığınızı oluşturmak için karanlığın içine girmelisiniz” sözü gelir aklıma. Güneş ışıltılı rengini, kirlenmiş makyaj pamuğuna benzer bulutların puslu bir havasına bırakırken, içimi sıkan bu kasveti değerlendirmek de bana düşüyor ve beklentimi dışardan geleceklerden daha çok kendi içime, kendi ışığıma döndürmem gerektiğini hatırlatıyor.
Karanlık yoksa ışık da görünmez oluyor. Aydınlığımızın kendimize yetmediği yerde, daha fazla karanlığa karışmak, kendi ışığımızı görmemize neden olacak. Bu demek değildir ki karamsarlığa kapılmak.
Benim anlatmaya çalıştığım şey; her ne sebeple olursa olsun beklentiye girdiğimiz durumlarda karamsarlığın içinde yuvarlanmaktansa, karanlığın içinde kendimizi keşfedecek alanlar yaratmamız.
Aslında insan ne bekliyorsa kendisinden bekliyor, kendisine güceniyor, kendisine kızıyor ya da kendisini fark edip, kendi gerçeğine sıkı sıkı sarılıyor. Belki de karanlık tam orasıdır ve tam o sırada karanlığın içindeki ışık huzmesini görebilmektir marifet. Yani kendimizi. Kararlarımızda, beklentilerimizde, değişen hayatlarımıza oranla değişen yaşam şartlarında tek ihtiyacımız, kendi benliğimize bir başkasının heveslendirdiği, umut içine çektiği gibi inanmak, güvenmek ve harekete geçmek. Kendi içimizde kendimizi arayarak beklentilere bir son vermek de mümkün bu güz serinliğinde.