“Hiç arkadaşlarınızı özlüyor musunuz?”, sorusuna eminim birçoğu ‘evet’ diyecektir. Ben de özlüyorum ama daha çok onlarla beraber geçirdiğim vakitleri, kaliteli zamanı, zevk aldığımız hobileri, gittiğimiz yerleri, beraber yaptığımız aktiviteleri özlüyorum. Peki, birey olarak onları hiç mi merak etmiyoruz, özlemiyoruz?
Mesela tam özleyecek, merak edecek oluyorum, bir de bakıyorum sosyal medyada hikâye paylaşmış; Oraya gitmiş, buraya gelmiş, şununla görüşmüş, şu eğitimi almış, bu etkinliğe katılmış, bu sınavı kazanmış vs…
Bazen tebrik etmek, sevincimi, üzüntümü dile getirmek istiyorum. Keza arıyorum da, ancak o hikâye paylaşılalı bilmem kaç saat olmuş, görmemişim ya da geçen seneymiş ‘tbt’ paylaşılmış fark etmemişim…
Peki, bu telefonlar sadece paylaşım yapmak, paylaşıma yorum yazmak, gösterilmek istenileni ya da bariz saklanılanı, süslü, müzikli, şiirli hikâyelerde görmek için mi var?
Bu telefonlar; “Arayıp bir sesini duyayım istedim. Hoş musun? Bir ihtiyacın, bir arzun var mı?”, demek için kullanılmıyor mu artık! Bu telefonlar o kadar akıllandı da, insanlarda akıl bırakmadı mı yoksa!
Yani anlayacağınız sosyal medya sayesinde, sosyal medyasız yapamayan arkadaşlarımı, tanıdıklarımı merak etmeye pek de fırsat bulamıyorum maalesef. Sesini özlüyorum, arıyorum. Konuşacak konu bulmakta zorlanıyorum. Havadan sudan konuşmak için vakit pek kısa kalıyor. ‘Nasılsın’ sorusuna çoğu kez pek içten cevaplar alamadığımı ya da klişeleşmiş, “Pandemi nasıl olayım?”, gibi soruya soruyla karşılık bulduğum cevabımsı tekrarlarla karşılaşıyorum.
Öyle ki, paylaşımında keyfi yerinde diye düşündüğüm, ses tonumu onun mutluluğuna paralel şekilde ayarlayıp bir ‘alo’ deme gereği hissettiklerim oluyor. Telefondan gelen karşı ses; kendinden geçmiş, yorgun, bitik, halsiz ve isteksiz… Sonra hemen toparlanıp ‘hayırdır’ telaşına girdiğimde de görülenle yaşananın arasında dağlar, yollar hatta yıllar olduğunu fark ediyorum.
Neden böyleyiz? Onlar, biz, hepimiz…
Kandil olur, bayram olur, doğum günü olur, doğum yapılır, ölü yıkanır, cenaze namazı kılınır ama kimse kimseyi aramaz. Tüm sosyal medya hesaplarında paylaşılır hatta tanıdık tanımadık herkes beğenir, yorumlar yazılır… Yakınlar ya da kendini zorunlu hissedenler internet mesajlarıyla acı-tatlı özel günlerde seçili kişilere mesaj yazar. Mesajı alan kişi de kendinden bir parça göremez, hissedemezse, isminin bile içinde geçmediği mesaja ya duyarsız kalır ya da teşekkür edip iade-i mesajla cevap verir.
Gerçeklerle yüzleşmek yerine sosyal medyayı eğlence alanı gibi kullanmaya, iletişimden uzak varlığını farklı mecralarda farklı şekillerde aksetmeye, yorgunlukları, sancıları, yalnızlıkları nakit sıkıntısı çeken ceplere doldurup, her şey yolunda izlemini veren, belki de bilmem kaç piksel kameralarla özenli özçekim yaparken samimi olmaya çalışan hatta zorlanan garip gülüşlere bırakıyoruz her anımızı.
Neden gerçeklerden bu kadar çok kaçıyoruz?
Ben gerçek arkadaşlarımı özlüyorum. Onların özlerini, öfkelerini, sevinçlerini, ağız dolusu kahkahalarını, göz pınarlarında biriken yaşları, kaz ayaklarını, titreyen seslerini, sakarlıklarını, eksilerini, artılarını, oldukları gibi göründükleri hatıralarını özlüyorum.
Son iki yıldır iyice yozlaşan, yalnızlaşan, durumu idrakta zorlandığı anlarda olası niyetlerini saklayan gözlerle, filtrelenmiş yüzleri görmek arkadaşlığa olan özlemimi de artırıyor. Ne yaptıklarından ya da yapmadıklarından onların izin verdiği ölçüde haberdar oluyorum, oluyoruz zaten. Saklanmış bir her ne varsa ortaya dökülen, ben bana olduğu gibi yansıtılmasını istiyorum; sevinçlerin, kederlerin, dargınlıkların, varlığın, yokluğun, sadeliğin, deliliğin, fazlalığın, azlığın…
İnsan, yan yana ulaşamaz, can canalığı ararken zamanında; şimdi yan yanalık bile cana can gelmeye başlıyor anlayana.