“29 Ekim 1938…
Cumhuriyet Bayramı…
Artık Büyük ATA’nın sağlık durumu, fevkalade vahim…
Odasında, yarı uyku halinde, bitkin bir şekilde yatıyor…
Yaşamından umut kesilmiş, her an her şey olabilir…
Oysa O, Ankara’daki törenlere katılmak istemiş, hatta hipodromda, ATATÜRK’ün şeref locasına yorulmadan çıkabilmesi için bir asansör yaptırılmış, ama ne mümkün ?
“Ne olacaksam orada olayım” diyen ATATÜRK doktorlara;
“Bütün mesuliyet benimdir…Ankara’ya mutlaka gideceğim” demiş ama artık yatağından bile kalkamamaktadır.
O sırada Dolmabahçe Sarayı’nın önünden iyice yakın geçen bir vapurun içerisi, Kuleli Askeri Lisesi öğrencileriyle dolu. Cumhurbaşkanlığı boyunca ilk kez Ankara’daki törenlere katılamayan ve durumu oldukça ağır olan ATATÜRK’ü görmek isteyen öğrenciler, göz yaşları içerisinde, ellerindeki bayrakları, çiçekleri ve şapkalarını sallayarak haykırıyorlar; “ATAmızı görmek istiyoruz!”
Sonra birden hep bir ağızdan söylemeye başladıkları İstiklal Marşı ile Dolmabahçe Sarayı inliyor…
Bu sırada yanında gene manevi kızı Gökçen olan ATATÜRK, gençlerin sesini duyarak heyecanlanır, yatağında doğrulur ve heyecanla pencereden bakan Sabiha Gökçen’e seslenir:
“Bak Gökçen, gençlerimin sesi…
Duydun mu beni istiyorlar…”
“Evet paşam” der Gökçen; “Bir vapur dolusu genç. Kuleliler… Cumhuriyet Bayramı törenlerinden dönüyor olmalılar…”
ATATÜRK ; “Çocuklarım…Benim çocuklarım…” diye fısıldar, gözlerinden yaşlar süzülmektedir. Bu sırada içeriye doktor Neşet Ömer ve Salih Bozok girer. ATATÜRK heyecanını onlarla paylaşır; “Duyuyor musunuz?”
“Evet Paşam” derler gözleri dolarak “Duyuyoruz…”
“Onlar, Cumhuriyeti emanet ettiğim gençlerimiz..” der gururla ATATÜRK. Sanki bir anda iyileşmiş, güçlenmiş gibidir.
Oysa ATATÜRK’ün odasının yanındaki nöbet odasında Kılıç Ali, pencereyi açmış, gençlere; “Gidin!” diye işaret etmektedir. Oysa gençler iyice coşmuştur; “Yaşa ATATÜRK, Varol ATATÜRK!” diye bağırmakta, bazı gençler vapurdan suya atlayarak, saraya doğru yüzmeye çalışmakta; “ATAmızı görmek istiyoruz!” diye haykırmaktadır.
“Çocuklarımı görmek istiyorum…”
ATATÜRK “Çocuklarımı görmek istiyorum. Buraya kadar gelmişler, hiç değilse onlara el sallamalıyım, beni pencereye götürün!” emrini verir. Doktor Neşet Ömer; “Fakat Paşam…” diyecek olur, ATATÜRK doktorun itirazına sertçe yanıt verir: “Nedir fakat?” Doktor susar. Salih Bozok hemen pencere önüne bir koltuk koyar. Sonra ATATÜRK’ü giydirirler. Bu giyinme ona büyük ıstırap verir, ama yüzünden boncuk boncuk terler süzüldüğü halde, sesini çıkartmaz.
Sonra nöbet odasından koşup gelen Kılıç Ali’nin de yardımıyla ATA’yı penceredeki bir koltuğa götürüp oturturlar. ATATÜRK giyinmiş, başı dik, sanki hiç günleri sayılı bir hasta değilmiş gibi, gençlere gülümseyerek el sallar.
Gençler ATATÜRK’ü pencerede görünce, iyice coşarlar ve sanki denizde kıyamet kopar. Hep beraber alkışlayıp; “Büyük ATATÜRK” diye haykırdıklarında, yer gök inler.
Gençlerden birkaçı daha üniformalarıyla vapurdan atlayarak ATA’larına doğru yüzmeye, marşlar söylemeye başlar. Bu manzarayla fevkalade duygulanarak ağlayan ATATÜRK’ün gençlere salladığı eli, gittikçe gücünü kaybederek yana düşer…Gözyaşları içerisinde; “Yoruldum…” der. Kılıç Ali ve Salih Bozok, onu koltuğu ile kucaklayarak, yatağının yanına getirirlerken, dışarıdan gelen tezahürat sesi, gittikçe yükselmektedir.
Paşanın; “Onları gördüğüm için mutluyum” derken, yumduğu gözlerinden ip gibi yaşlar süzülmektedir….”