İnsanlık tarihinin en önemli sorularından birisi, hatta belki en önemlisi şudur: Ruh var mıdır? Dindar insanlar açısından bunun cevabı kesindir. Ruh vardır. Ancak dindarlık eskiden beri vardır ve buna rağmen insanlar hep bu soruya yeni cevaplar arama gereğini duymuştur. Yaşam süremizin uzaması, bu sorunun önemini azaltmamıştır. Hatta bana göre bu soruya ilgi duyanların sayısı artmıştır.
Bütün kültürlerde insanın vücudunda bir ruhun barındığı kabul edilir. Bazen ruhun dini anlamı vardır, örneğin evrensel ruhun bir parçası olarak tasavvur edilir. Bazı kültürlerde ise doğaüstü özelliği olmayan düşünme veya bilinç ile bağdaştırılır. Ruhun ölümsüz olduğu, vücudun ölümüyle onu terk ettiği tasavvur edilir. Ama bunun doğru olması da gerekmez.
Ruh tasavvurunun kaynağı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ama henüz bugünkü dinler yokken, ruh kavramının var olduğuna işaret eden bilgiye sahibiz. Mesela Platon ruhun varlığını kabul ediyordu. Bedende geçici bir süre için kaldığını, ama ruhun asıl vatanının “fikirler evreni” olduğunu söylüyordu. Ruhun bedende hapsolduğunu ve bu yüzden potansiyelinin kısıtlandığını vurguluyordu. Bugün birçok dinde ruhun bedende hapsolduğu inancı vardır ve ruhun Tanrısına kavuşmak isteğine sahip olmasına rağmen, bayağı dürtüleri tatmin etmeye zorlandığı için bedende hapsolduğu kabul edilir. Beden ve ruh ilişkisi daima gergindir ve bu ilişkide ruh daha asil bir rol üstlenir.
Doğa bilimlerine ve mekaniğe ilginin arttığı Aydınlanma çağında Rene Descartes, bedeni karmaşık biyolojik bir sistem olarak tanımlamıştır. “Makinaya hapsolmuş ruh” deyimi buradan gelir. İlk bakışta bu bir hayli hissi nitelikli bir tasavvur olarak nitelendirilebilir. Düşünme, hayal kurma veya tecrübelerimizden yola çıkarak kendimizin nefes alan, merdivenleri çıkan, arabayı süren kısmından diğer kısmımızın (ruh) farklı olduğu hissine kapılabiliriz. Bu, fiziksel ve spritüal veya ruh şeklinde iki parçadan meydana geldiğimiz düşüncesine düalizm diyoruz. Fakat insanın hissi olarak ikiye ayrılması bir dizi uyuşmazlıkları da içermektedir.
Bedenin ruha çok güçlü etkileri olduğu apaçık görülmektedir. Sinirlendiğimiz zaman fiziksel göstergeler ortaya çıkabilir, örneğin göz yaşı, suratın kıpkırmızı kesilmesi veya solunum ritminin değişmesi. Bir yerimiz şiddetli şekilde ağrıdığında ruhumuzdaki her şeyin üstüne çıkarak, onu tümüyle bastırabilir. Birçoğu kanser hastası olan yaşlıları düşünelim. Aralarında bir an önce ölmek isteyenleri tasavvur edelim. Ötenazi isteğinin ardındaki sebeplerin neler olabileceğini soralım. Genellikle bu isteğin ardında bir an önce Tanrısına kavuşmak isteyen ruh değil, aksine ruha baskın çıkan acılar, sancılar, dayanılamaz ağrılar vardır.
Bedensel hareketleri bilinçli ve bilinçdışı olarak ikiye ayırırız. Kalbimizin sadece organlara kan iletmesi ile bir çocuğu sevgiyle kucağımıza alışımızın arasında fark olduğunu hissederiz. Son zamanlar toplumumuzda artan şekilde çocuklara başka hislerle yanaşanlar da bu farkı hissediyor. Kalbin ve sinir siteminin hangi kısımlarının kanın bedene yayılmasından sorumlu olduğunu bildiğimiz halde, çocuklarımızı sevgiyle kucağımıza aldırtan hissin yerini tespit edemeyiz.
Descartes, bilincin epifiz bezinde yer aldığını söylüyordu. Epifiz bezi, üçüncü göz olarak da tanımlanır. Zihnimizin psişik algı merkezidir. Bezelye tanesi büyüklüğündedir. Hipofiz bezinin arkasında yer alır. Ama Descartes bu görüşü ortaya atan ilk kişi değildir. Epifiz bezini henüz Eski Çin’de de biliyorlardı ve ona “cennetin gözü” diyorlardı. Hinduizm’de ise “Brahma’nın penceresi” olarak adlandırılır. Descartes de fiziksel olmayan ruhun bedene ve dünyaya nasıl etki edebildiğini açıklayamıyordu. Descartes’in düalizmi de şu soruya cevap
veremiyordu: Maddi olmayan bir şey nasıl oluyor da bedene etki edebiliyor ve diğer taraftan beden tarafından nasıl etkilenebiliyor?
Dünyadaki şeylerde anlam gördüğümüz için veya çoğunluk bir şeyin doğru olduğuna inandığı için o şeyler hakikat olmazlar. Belki de gerçekten beden ve ruh ayrımı diye bir şey yoktur. Fransız filozof Maurice Merleau-Ponty, Descartes’in beden-ruh ayrımını ret ediyordu. İnsanın biyolojik birim olduğunu kabul ediyordu ve “bedenim kendimdir” diyordu. Bertrand Russell de ruhun varlığını reddediyordu ve hafızadaki mental olguların varlığından, örneğin hatıralar, düşünceler ve tecrübeler, söz ediyordu. Amerikalı filozof Daniel Dennet’e göre ruhun beden açısından herhangi bir özelliği yoktur. Karakter, düşünce, kişilik ve bilinç gibi özelliklerimizin ardında nörolojik fenomenlerin yer aldığını vurgulamaktadır.