İnsan ilk defa kendisinde yaşlılık belirtilerini algıladığında, bunun genellikle sebebi sağlık sorunlarıdır. Saçlara düşen aklar, artık sorun değil. Saç boyasıyla kamuflaj, ciltteki kırışıklıklar botoks veya gerdirme yoluyla gideriliyor. Ne zaman ki vücut ilk defa teklemeye başlıyor, ne zaman ki ilk sinyalleri vermeye veriyor, o zaman aklına yaşlılık geliyor. Yaşlılığı hastalıkla bağdaştıranlar, bu açıdan haksız değildir. Çünkü sadece hastalanınca yaşlılığı dert ediyor. Biraz daha yaşlanınca kafasını yaşama, kendi yaşına takmaya başlıyor. Derin düşüncelere yöneliyor. Dünyadaki varlığını mercek altına alıyor. Canını sıkan şeyleri unutmaya çalışıyor.
Hayatın sığ sularında yelken açıyor, ama kendini okyanusa yelken açmış gibi görüyor ve böyle görülmekten de çok hoşlanıyor. Hayatın bu safhasında yer alan “kaptanlar” herkesin çevresinde vardır. Bunları göre göre yaşlananlar ise ileride onlardan kaptanlığı devralacaktır. Okyanusta zannettiği kendisinin ufak bir gölde olduğunu unutanlar, etrafına toparladığı gençlere ne kadar usta avcı olduğunu anlatan palavracı avcıları andırır. Onlara kulak vermeyin, çok pişman olursunuz.
Bir de “sürücü” dediklerim var. Bunlar hayat yolunda bir hayli yol kat etmiş olup, dikiz aynasına sık sık bakmaya başlayanlardır. Geride uzanan yola bakıp hayıflanırlar. Geride kalan yoldaki engebeleri, taş ve çukurları çok unuttukları için, mazilerini hep tozpembe gözlükle görürler. Maziye özlem duyarlar. Geride kalan yolun zorluklarını, sıkıntılarını, çilelerini hatırlasalar bile, şans verilecek olsa, aynı zorlukları, aynı sıkıntıları, aynı çileleri yeniden yaşamaya hazırdırlar. Hayat arabasının ne geri vitesi var, ne de freni. O hep aynı istikamete ilerler ve çukura düşünceye kadar gider. İmalat böyle. Yapacak hiçbir şey yok. Kimilerine göre üretim hatası, kimilerine göre manidar. “Demir almak günü gelmişse zamandan” ne dersen de çaresi yok.
İşte bu çaresizlik insanı düşündürür, filozof olursun. Maziyi masaya koyarak, ona bakar durur ve yorum üretirsin. Deşeler durursun. Bunu yaparken de derinlik kazandığını zannedersin. Kendi kendine “vay be” demeye başlarsın. Hayatının bu döneminde insan sadece kendisi felsefe üretmez, aynı zamanda diğer filozofların ne dediğine merak salar. Ne demişler, ne yapmışlar, nasıl yapmışlar? 2000-2500 yıl önce Ege Denizi sahillerinde, bir yaz gecesi gökyüzüne bakıp, orada tanrılarını görüp mitler üretenlerin, anlattıkları hikâyelerden, felsefi metinlerden kendine, bugünkü hayatına, anlamlar çıkarmaya başlarsın.
O filozofların birbirini tutmayan, bir öyle bir böyle dedikleri yazıların içinden hoşuna gidenleri kayda alır, işine gelmeyenleri hızla geçersin. Kendindeki çelişkileri onların çelişkileriyle yok edemeyeceğini unutup, bir masal âlemine dalıp gidersin. En sonunda Ağustos Böceği gibi “ne güzel geçti bütün yaz” diye diye, sessiz bir ağıt yakmaya başlarsın. Zaman zaman dikiz aynasından gerideki yolu takip edersin ama yol geride iyice uzayınca, dikiz aynasını söküp atarsın. Artık hayallere dalıp giden aklınla, gözlerin önde kısalan yoldadır.
Uyandığın her güne sevinir, yastığa başını koyduğun her akşam, uyanıp uyanmayacağını kendine sorarsın. Bunları hatırlatan her şeye de kızarsın, hoş şeyler işitmek istersin. Masal âleminden masal anlatılmasını istersin. İnanılacak masalım olsa önce kendime anlatırdım. Benim de arabamın vitesi ve freni yok. Yol aynı, kat edilen yollar farklı. Tekerlekleri zamandan imal edilmiş olan arabalarımızı kullanırken vakitsiz devirmemek için akıllı olmalıyız. Hayatımızı anlamlı şeylerle geçirmeliyiz. İşte o zaman ne dikiz aynasına, ne de ileriye bakacaksın. Şimdiki anın derinliğini, güzelliğini ancak o zaman yaşayacaksın. Ne mazi için ne de görüp görmeyeceğin gelecek için, sadece şimdi için yaşamalısın.