Çocukları sevmek için çok; yaşlıları sevmek için az sebep vardır. Çocukları, düşündüklerini söyleyebilmeleri ve söylediklerinin düşündükleri olması sebebiyle seviyoruz. Yaşlıların çocukları çok sevmesinin nedeni, onlarda eski günlerini anımsamaları değildir. Aksine yaşlandıkça kaybettikleri çocuksu saflığı onlarda tekrar görmeleri, umutlarını tazelemektedir. Kendi yaptıkları hataların tekrarlanmayacağı ve insanlığın geleceğinin umutsuz olmadığını çocuklarda gören yaşlıların umutları, çocuklar büyüdükçe azalmaktadır.
Amerikalı Psikolog ve Gerontolog Birren, yaşlandıkça kendimize benzediğimizi söyler. Çoğumuz bunu pozitif bir görüş olarak algılarız. Çünkü her insan kendisini yaratmak ister. Herkes kendisini ifade etmek ister. Yaşlandıkça kendimize benzemek hoşumuza gider. Ama bu düşünceye katılmıyorum. Çünkü yaşlandıkça kendimizden uzaklaştığımızın göstergeleri ağır basıyor.
Sosyalizasyonumuzun gerçekleştiği koşullar, bizi bizden uzaklaştırıyor. Gençlik ideallerimizin yerine hayatın mükemmel olmayan hakikatleri geçtikçe, yaşlanmak, olumsuz bir gelişim sürecine dönüşüyor. Kendimize benzeyelim derken, kendimizden uzaklaşıyoruz.
Sosyologlar, sosyalizasyonun “ikinci doğum” olduğunu söyler. Bununla, insanlaşma sürecini kastederler. Bunu da pozitif olarak değerlendiriyoruz. Halbuki sosyalizasyonumuzun iyi sonuçlar doğurduğunu söylemek zordur. Sosyalizasyonu ikinci doğum olarak değil, aksine “ilk ölüm” olarak tanımlamak gerekiyor. “Yüz yıl yaşayanları gördüm, ama doğduklarında öldüklerinin farkında değildiler” (Rousseau, Emile). İnsanları insanlıktan uzaklaştıran sosyalizasyonu, insanlaşma süreci olarak kabul etmek için ya insan kavramının anlamını yeniden tanımlamak ya da hayal ettiğimiz insandan çok farklı bir yaratık olduğumuzu kabul etmek gerekiyor.
“O zaman, demek istediğini söylemelisin” der tavşan. “Bunu yapıyorum” diye karşılık verir ve devam eder Alice. “En azından – en azından söylediğimi kastediyorum – ve bu aynı şeydir.” Şapkacı der ki: “Bu, azıcık bile doğru değildir.” (Lewis Carrol, Alice Harikalar Diyarında).
Düşündüğümüz ne ise söyleyebiliyor muyuz ve söylediğimiz ne ise, düşündüğümüz müdür? Geride kalan yüzlerce yılda filozofların dile, neleri söyleyebileceğimize, kelimelerin anlamlarıyla nasıl bir araya geldiklerine ve başkasının dilini nasıl anladığımıza ilgisi artmıştır. Çünkü felsefi kavramlar dil üzerinden aktarılır. “Lengüistik dönüm noktasının”, ne söylendiğine ve nasıl söylendiğine büyük etkisi olmuştur ve bunun sonucunda ise nelerin söylenebileceği sorusunun ön plana çıkmasına yol açmıştır.
Evrensellik problemi, yani “adalet”, “çocukluk”, “yaşlılık”, “şiddet” veya “yeşil” gibi genel kavramların mevcut olup olmadığı sorunu, dille ilgili en eski felsefi konulardan biridir. Bazı filozoflar, nominalistler, soyut kavramların sadece ismen mevcut olduklarını kabul ederler. Örneğin öfke diye bir “şey” yoktur. Sadece kendisini öfke olarak gösteren davranışlar vardır. Buna karşın diğerleri, realistler, öfkenin kelimeden bağımsız olarak mevcut olduğuna inanır. “Öfke” kelimesi mevcut olsun veya olmasın, öfkenin varlığını kabul eder.
Realistler arasında yer alan Aristoteles, genel kavramların, bunların örnekleri mevcut olduğu sürece varlıklarını sürdürebildiklerini kabul etmiştir. Buna karşın diğerleri, kelimelerin bundan bağımsız olarak varlıklarını devam ettirdiklerini iddia etmektedir. İdealist Platon’a göre ise öfke, öfkeli insanlar olmasa da vardır, çünkü öfke, “ideal” olarak mevcuttur.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, bunların hem doğru hem de yanlış oldukları kabul edilebilir. Felsefenin de en güzel yanı budur. Felsefede cevaplar değil, sorular önemlidir. Felsefe, cevap arayışı değil, soru arayışıdır. Soruların kalitesi, cevapların kalitesini belirler. Bu yüzden şu soru kalitelidir: Düşündüğümüzü söyleyebiliyor muyuz ve söylediğimizi düşünüyor muyuz?
Kendi açımdan bunun cevabını vermiş bulunuyorum: Düşündüklerimizi söyleyemiyoruz ve söylediklerimizi düşünmüyoruz. Rol yapıyoruz. Olmak istediğimizi olamıyoruz, ama olmuşuz gibi yapıyoruz. Önce kendimizi, sonra başkalarını aldatıyoruz. Yaşlandıkça kendimizi rollerle bağdaştırıyor ve bunların rol olduklarını unutup, kendimizi rollerde “olmuş” gibi hissediyoruz. “Olmak ya da olmamak, asıl mesele budur” (Shakespeare) deyimi, bu açıdan ayrı bir derinlik kazanıyor. Yüzeyde yüzenlerin, ne kadar yaşarlarsa yaşasınlar, kaç yaşına erişirlerse erişsinler, hiçbir zaman göremeyeceği derinlik!