Annemin evinde albümleri karıştırırken, birer birer baktığım resimler, Sosyal Medyanın olmadığı zamanları düşündürdü bana, ya da teknolojinin bu kadar ileri olmadığı cep telefonsuz yılları getirdi hatırıma...
Evdeki albümleri karıştırırken eski zamanlara gidip, günümüz fotoğraflarıyla karşılaştırma yapmak istedim...
Mesela Finike’de Babam çadır kurardı, ailecek sahilde geçirirdik tüm yazı, yanımızda da sevdiğimiz aileler olurdu...
Harika geçerdi yazlarımız...
O zamanlar sosyal medya yoktu...
Çadır kurduğumuzu insanlara nasıl gösterecektik mesela...
İşte şu aile, şu tarihte sahilde çadır kurduk...
Şimdiki zamanla, eskiyi karşılaştırınca bazı şeyler çok garip geliyor bana...
Şaşırıp kalıyorum...
Ne yapmalıydık da, çadır tatili yaptığımızı insanlara göstermeliydik...
Sanıyorum kocaman kartonlara yazılar yazıp,insanların geçtiği ana caddeye asmalıydık...
Ailemiz tatilde, çadır kurdular ve çok eğleniyorlar, altına da not, yanlarında da şu aile var...
“O kadar eğleniyorlar ki çok mutlular yazıp beldenin her yerine asmalıydık... Ya da kentin ortasında kocaman bir pano mu oluşturulmalıydı, herkes ne yaptığını orada mı duyurmalı mıydı ?
Herkes herkesin ne yaptığını bilsin diye bilboardlar mı ayrılmalıydı “
Biz şununla, ya da bununla, şu tarihte şuraya gittik, ya da yeni araba aldık, ev aldık, taşındık, şu şunla evlendi, çok mutlu, düğünü de şurada olmuş...
Ya da bunun için birileri mi görevlendirilmeliydi...
Ya da bu işi yapan şirketler mi olmalıydı...
Efendim biz şuradayız, şu tarihte şurada olacağız, şu yemekleri yiyeceğiz, şunlarla olacağız, giyeceğimiz kıyafetleri içeren resimler de tab ettiriliyor, size acele posta ile gönderiyoruz, kent meydanında yayınlarsanız seviniriz...
O kadar mutluyuz ki, mutluluktan öleceğiz neredeyse, lütfen ilan panosuna şunu da ekler misiniz...”
O zamanlar sosyal medyanın yerine nasıl bir alternatif bulunabilirdi...?
Mesut Dedem Işıklarda balkonda otururken, kocaman fotoğraf makinesiyle kendi kendini çektikten sonra, üst katta oturan Ali Amcaya nasıl gönderecekti mesela resmini...
O zaman da apartmana bir pano asılmalıydı belki de...
Şu tarihte Mesur Münir Bey, balkonda , udunu eline almış, meşk ediyor, rakısının yanında da kaya barbunu yiyor, yanlarında kentin ileri gelenlerinden Dr. Ethem bey ve ailesi vardılar...Tarih şu...
Not: Çok iyi hissediyorlar...
Gerçekten örtüştüremiyorum...
Aynur Babannem ;Kaleiçindeki evimizde komşularıyla kapının önünde otururken, Bütün kızlar toplandık, Annem Çamlıca kız lisesinden arkadaşlarıyla gece dışarı çıktığında Girls Night Out mu yazacaktı ilan panolarına...
Konyaltındaki Obalar zamanında, erkekler denize girdiklerinde, ya da yüzme yarışması yaparken...We are the Champions... diyerek mi duyuruyorlardı başarılarını...
Ya da kente konusunda uzman birisi bir konuşma yapmak için geldiğinde “Talks” mu olacaktı adı yine... Adı Talks olunca ayrı ve daha kaliteli bir etkinlik mi zannedilecekti mesela...
Evet ; Sosyal Medya hayatımızın önemli bir gerçeği artık, hatta bu yazımın da size sosyal medya aracılığıyla ulaştığının farkındayım...
Ancak bunun içeriği, niteliği ve amacı nedir gerçekten son zamanlarda daha da fazla sorgulamaya başladım...
Eğer sadece birbirimizden haber almaksa, ya da bir konu hakkında farklı görüş açılarına, farklı fikirlere ulaşmaksa, ya da kaybolmayı yüz tutacak fotoğraflarımızı depolamak üzere uzun süreli bir databanksa... Ya da bir etkinliği, bir düşünceyi daha çabuk duyurmaksa, kısacası dünyayı güzelleştiren her ne için kullanılıyorsa...
Bunları gerçekten takdir ediyorum...
İster istemez hepimiz bu döngünün içerisindeyiz, ben de farkındayım...
Bu yazıyı yazarken kendime yapmak istediğim bir özeleştiriyi de yazımı yazarken tam da şu anda hissediyorum...
Farkında olmadan alışkanlık haline gelen sosyal medya davranışlarımız...
Sanıyorum en çok da diziler, yayınlar ve medya aracılığıyla sanal bir tabaka ya da zümre oluşturuluyor...
Sosyal bir varlık olan insanın da sosyalleşmesi ve iletişmesi için de bazı statüleri yakalama ihtiyacı ortaya çıkıyor...
Oluşturulan zümre ya da tabakanın belirli davranışları, yaşama bakışları, düşünme ve konuşma şekilleri,zevkleri, gündelik yaşamları, kısacası bugün Life Sytle denilen, Türkçesi “ Yaşam Tarzı “olarak çevrilen bazı insan öbekleşmeleri oluşuyor.
Belirlenen yaşam tarzlarına uygunluk göstermek, bunları yapabilmek sosyalleşmede bir başarı ve sosyalleşme ihtiyacını karşılamak isteyen insanın seçimlerinde ön plana çıkan kıstaslar olarak algılanıyor...
Öbekleşmiş yaşam tarzlarından aynı insanların bir araya gelmesi içinde ortak bir dil ve belirli tatmin noktaları ve çağrışımlar yaratılıyor.
Sonrasında aynı yere gidebilen, aynı şeyleri yapabilen, aynı şekilde giyinebilen, aynı şeyleri tüketebilen, aynı şeyleri konuşan insanlar da birbirlerine bunu göstererek , ya da birbirlerini haberdar ederek, bilinç altında oluşturulan sanal tatmin noktasında yine sanal bir doyuma ulaşıyorlar, bu sanal doyumsa gayet tabiiki sanal, dışı gerçek gibi görünen ancak içi özden gelmeyen bir iletişim sağlıyor...
Bunun tam tersi davranışlarda bulunanlar ise kabul görmeyen, olumsuz yaşam tarzları olarak çok kolay bir şekilde yaftalanabiliyor...
Sonrasında insan bir yaşama yarışının, anı yaşamak yerine göstermek olgusunun ağır bastığı zamanın içerisinde buluyor kendini.
Sosyolojik olarak olayı incelemeye devam ettiğimiz zaman aynı zihin yapısının sadece yaşam şekillerindeki ayrışma ya da birleşme olarak ortaya çıkmadığını görüyorum...
Belirli gün ve haftalarda ne paylaştığımız, ne paylaşmadığımız, toplumsal bir olay sonrası ne yazdığımız, ya da sessiz kaldığımız, atladığımız, gözümüzden kaçırdığımız bir çok şey insanın insanı etiketlemesine, onun hakkında peşin hükümlere varmasına, hatta ötekileştirmesine kadar giden sonuçlara dönüşebiliyor...
Bazı durumlarda bazı şeyleri tam da yerinde paylaşmak, ya da paylaşmamak..Ya da paylaşamamak...
Düşüncenin de metalaşmasını, metalaşan düşünceye aynı şekilde sahip olan ya da olmayan insanlar arasında bir ayrışmanın ve gerginliğin oluşmasının da önünü açıyor.
Oysa paravanın arkasına başımızı uzattığımız zaman, kendi bilincimizin dışında oluşturulmuş bir çok sanal damgayla karşı karşıyayız...
Kişisel durumumuzu ya da o an içinde bulunduğumuz ruh halini belirtmek için, elimize alıp sonuna kadar okumadığımız, biyografilerini bilmediğimiz yazarların yarım yamalak sözlerini paylaşırken buluyoruz kendimizi...
Hüzün bir anda bunalıma, sevincimiz bir abda acıya dönüşebiliyor...
Ya da huzurluyuz zannederken, huzurlu olduğumuzu başkalarına göstermenin de bir huzursuzluk göstergesi olduğunu bilmeden gerçek huzurunda içini boşaltıyoruz belki de...
Ya da bir konu hakkında üç beş kelam etmek, o konuyla ilgili görev bilincimizi yerine getirme tatmini sağlayabiliyor...
Son zamanlarda kendimin de farkında olmadan içinde bulduğum bir çok durumdan dolayı da böyle bir yazı kaleme aldım sanıyorum...
İnsanlar gerçekten birbirlerini ne kadar izler hale gelmiş diyor şaşırıyorum...
Söz konusu gösterme dürtüsünden kaynaklanan istencimizin sonunda nasıl bir mutluluk var bilemiyorum ancak bundan sıkıldığımı da yazıma eklemeden geçmek istemiyorum...
Eski zamanlarda Abdullah Amcanın durumu kötü ,oğlana bisiklet alamıyor, sakın evlerine bisikletle gitme ona da alacağız diyen bir zihniyetten, bak ben de en iyisi var, siz gidemiyorsunuz ama biz gidebiliyoruz diyen bencil bir yığına dönüşüyor sanki insanoğlu...
Neyi nasıl göstereceğimizin, nasıl yaşayacağımızın çelişkisinde kalan bir düşünceyle;
Ne kadar yabancılaşsak da kendimize...
Sanal Dünya ve Sosyal Medya her ne kadar hayatımızın bir gerçeği ve gerekliliği olsa da ;
Sanalın arkasındaki gerçeği yakalamak...
Birbirimizi, gözle görmek, sarılmak, konuşmak, dertleşmek, fikir alış verişinde bulunmak, münakaşa değil münazara edebilmek, birbirimizde gerçek benliğimizi bulmak, gerçek paylaşımlar yapmak, seslerimizi duymak, birbirimize dokunmak kısacası gerçek sevgiyi tekrar bulmak...
Bazen diyorum her şey albümlerdeki resimler gibi kalsaydı...
Sanıyorum 80’ler ve 90 ‘ları gittikçe arayacağız...
Duygu açlığımızdan başımız dönünce nasıl sığınıyorsak o dönemlerin şarkılarına...
Böyle gittikçe bizler de albümlere sığınacağız...