Ne güzeldi o zamanlar,dizlerimizde yaralar,akşam ezanıyla bitmeyen yemekten sonra da çıkılan geceyarılarına kadar sokakta oynanan oyunlar.
Babamın çatıdan anten düzeltmesi,oldu mu oldu mu diye ayarlanmaya çalışılan televizyonlar.
Paylaşmayı bilirdi herkes o zamanlar.
Hatırlıyorum bana pinokyo bir bisiklet alınmıştı baya da bir yalvartarak almıştı babam,annemle konuşmalar alınsın mı alınmasın mı ?
O zamanlar bisikleti Finike'de Billaler satardı.Birgün bir de baktım elinde masmavi bir bisikletle geliyor babam...
Çılgına dönmüştüm...
Bana teslim ettiğinde dedi ki 'aman oğlum şu arkadaşına bisikletle gitme durumu yokmuş babasının, sonra senin arkadaşına da alırız o zaman beraber binersiniz.'
Hala çıkmaz kulağımdan...
Şimdilerde ise bırak bir başkasını düşünmeyi herşeyimizi birbirimizin gözünün içine sokuyoruz.
Özel hayatımız,tatiller,gittiğimiz mekanlar,kıyafetler onlar bunlar...Maddeyle ve harcamayla sanırım kendimize kişilik kalıpları üretiyor ve toplumda bir yer edinmeye çalışıyoruz...
Belki de yalnızlaştığımızın farkına varmadan kendimizi çok kalabalık sanıyoruz.
90 lı yıllarda teybin başında bekleyip radyoda çıkan şarkıyı rec tuşuna basarak kaydedip sonra onu keyifle dinleyen romantiklerdendim ben, herşey bir başka güzeldi o zamanlar.
Demirkırat belgeselini kaçırmazdım onunla başladı yakın tarihe olan ilgim Fahir Atakoğlu müziklerini yapmıştı belgeselin...Hayrandım o müziğe, duyar duymaz Allah başladı başladı diye koltukta alırdım soluğu...
Tv programları da muhteşemdi...Böyle ne biliyim herkes bir meşhur olmaya çalışmıyordu,saçma sapan jürilerin olduğu programlar yerine Barış Mançonun Adam olacak çocuk vardı mesela,şimdiki jüriler gencecik insanları kıt bilgileriyle aşağılarken Barış abi herkese 10 puan veriyordu.
Belgeseller olurdu kanalda.Bayılırdım o belgesellere hadi bana öğret hadi bana öğret dercesine yalvarırdım teknoloji kutusuna...
Hala aklımda kalmış mesela Trt 3 ün belgeselleri Fellowsun Xantos'u Kaptan Kusto'nun keşifleri...
O zamanlar insanlar da bir başkaydı...Kimse kimseye karışmaz,kimse kimsenin özel hayatıyla ilgilenmez,dedikodu yerine hoş muhabbet denen sonu gelmeyen kahkahalarla biten geceler vardı.
Hatırlıyorum otobüslerde bile insanlar konuşurdu birbirleriyle ta ki Walkman çıkana kadar...Walkman çıktı ve yolculuklardaki sohbetler de bitti ne de güzeldi yeni insanlarla tanışmak ,birilerinden yeni birşey öğrenerek yolculukları tamamlamak.
Şimdilerde insanlar korkuyor birbirinden, selam vermenin merhaba demenin bile ilk kimin verdiğiyle ilgili tutulan çeteleleri var beyinlerde.
O zamanlar kötü insan yoktu ki çekinecek...Herkes sanki çok iyiydi...
Bu kadar çok ihtiyacımız da yoktu o zamanlar.
Mahallenin bakkalı her ihtiyacı karşılardı...Şimdi bir Avm'ye girsen her yanını sarmış bir sürü şey...Aklında yokken aklına sokulan ve almak zorunda hissetiğin alınca rahata ermiş gibi zannnetiğin bir sürü poşetle dönülen evler...
Şimdinin lüks merakıyla geçmişin doğallığını karşılaştırdığım zaman ihtiyaçlar üzerine kurulu bir alışveriş sisteminden gösterişe dönmüş ihtiyaçlarda buluyorum kendimi.
Özgürlüğümüzü hayatımızı en acısı zamanımızı vererek bizim olduğu için sevindiğimiz bir sürü materyal...
Cemil Meriç'in sözü geliyor aklıma Eşya insanların kullanması içindi ancak eşya insanları kullanır oldu.
Elbetteki hayat devam edecek, bundan 30 yıl önce de insanlar işlerine gidiyor paralarını kazanıyor ve elbette geçiniyordu...Ancak insanın ihtiyaçları arttıkça ilişkiler de birer eşya gibi çabucak tületilir oldu.
Bunu söyleyen ve geçmişi düşleyen insanları da sistem sürekli dışarı atıp yalnız ve uyumsuz tipler olarak yadırgadı.
İşte geldiğimiz nokta kocaman bir kalabalık yalnızlık...
Bencillik,ben bilirimcilik dahası tatminsizlik...