Türkiye 2018-2019 eğitim ve öğretim yılında ilk ve orta öğretimde bir milyonun üzerinde öğretmeni ve 17,5 milyonun üzerindeki öğrenci sayısıyla büyük bir değeri ifade ediyor. Okullaşma oranının artışıyla birlikte ulaşılan rakamsal büyüklük yıldan yıla artarken, dünyadaki pek çok ülkenin toplam nüfuslarından daha fazla bir insan kaynağına karşılık geliyor. Örneğin ilköğretime yeni başlayan öğrencilerin sayısı, dünyadaki yaklaşık 200 ülkenin neredeyse 50’sinin nüfusundan daha fazladır. İlk ve ortaöğretimde öğrenim gören çocuklarımızın sayısı ise; yine dünyadaki 100’den fazla ülkenin nüfusundan çok daha yüksektir. Sahip olunan çocuk ve genç nüfus verileri Türkiye’nin beşeri sermaye bakımından çok önemli bir güce sahip olduğunu göstermektedir. Tabidir ki; bu insan kaynağının iyi yetiştirilmesi ve iyi niteliklerle donatılması ile ancak iktisadi kalkınma ve refah artışı söz konusu olabilir.
Burada birkaç soru sormak gerekiyor! Gerçekten bu önemli gücün farkında mıyız ve ne kadar önem veriyoruz? Dünden bugüne nasıl bir sistem içerisinde bu potansiyeli işliyoruz? Doğrularımız ve yanlışlarımız var mıdır? Bunlar nelerdir? Gelişmiş ülkelerde durum nasıldır?
Kuşkusuz bunlar cevaplanması çok kolay olan sorular değil. Ancak akademik düzeyde yapılacak araştırmalarla çeşitli bulgular elde edilebilir. Bu yazı bir literatür çalışması yanında konuyla ilgili Türkiye ve Yurt dışındaki deneyim ve gözlemlerimizin ürünüdür.
Eğitim Sisteminde Denemeler ve Gelişmeler
Türkiye’de pek çok alanda Cumhuriyet öncesi dönemlerde başlayan ve bugüne taşınan tarım, eğitim, tıp, ormancılık, endüstri, denizcilik ve diğer mesleklerde önemli birikimler ve köklü deneyimler söz konusudur.
Ancak her sektörde olduğu gibi milli eğitimde de uzun yıllar boyunca ihtiyaçların şekillendirdiği yapılar; özellikle dış dünyadaki değişimin zorlamasıyla ve yeni ihtiyaçların ortaya çıkmasıyla birlikte kurumsal ve bununla birlikte zihinsel yapıda da değişimler yaşanmıştır. Ancak her ne kadar değişim olsa da statükoyu korumaya güdümlü yapıların, değişim kararını vermek durumunda olan kadrolardaki etkinliğini koruması çoğu zaman değişimin karşısında birer büyük engel olarak yer almasına yol açmıştır.
Örneğin 18. yüzyılda, Avrupa’da ortaya çıkan sanayi, ekonomik ve siyasal alanlardaki değişiklikler, Osmanlı Devleti’ni de büyük ölçüde etkilemiştir. Bu dönemde Osmanlı ekonomik ve askeri gücünü yitirmeye başlamış ve batı ile rekabet edemez duruma gelmiştir. Bu gerçeği fark eden yöneticiler, Devleti eski gücüne kavuşturmak amacıyla birçok reform hareketine girişmişlerdir. Modernleşme olarak nitelendirilebilecek bu hareketler ilk kez orduda başlatılmış, bunu dış ve iç güçlerin etkisiyle Tanzimat ve Meşrutiyet ilan edilerek siyasal yapıda da değişikliğe gidilmiştir. Tanzimat dönemi devlet adamları gözlerini batıya çevirmişler bilimde ve eğitim sistemlerinde gelişmelere yönelik olarak medreselerde köklü düzenlemeler yapacak yerde batıdaki modelleri örnek alan bazı yeni okullar açmışlardır. Bunlar; ordunun güçlendirilmesi için açılan Mühendishane (1975), Bahriye (1825), Tıbbiye (1826), Harbiye (1834) adlarındaki askeri teknik okullardı. Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde köklü bir düzenleme yapılamamış, bir taraftan yeni okullar açılırken diğer taraftan da medreseler gittikçe gerileyerek yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Eski ile yeninin bir arada yaşatılmaya çalışıldığı bu uygulamalar, öğretimde bir ikiliğe neden olmuş, öğretimdeki amaç ve içerik ayrılığı, bu kurumlardan yetişenleri “mektepli-medreseli” diye karşı karşıya getirmiştir. Ayrıca müslüman olmayan tebaaya inanç ve ibadet özgürlüğü dışında kendi dilleriyle eğitim yapma olanağının da sağlanmış olması azınlık okulları olgusunu da doğurmuştur. Yabancı okullar adı verilen bu öğretim kurumlarının sayısı Tanzimat Dönemi’nde giderek artmış, karmaşık bir yapı oluşmuştur(1). Hatta 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı ülkesinde mektep-medrese sistemi, Batı örneğine göre oluşturulan Osmanlı eğitim sistemi, yabancı devletlerin ve azınlıkların okul sistemleri olmak üzere, amaç olarak birbirlerinden oldukça farklı dört sistem hüküm sürmüştür. Bunlar arasındaki mücadeleyi Batı tipi Osmanlı devlet okulları kazanmıştır. Çünkü klasik Osmanlı eğitimini oluşturan mektep ve medreselere yeni yatırım yapılmadığı gibi, zaman içinde vakıfların hemen hepsinin düzeni bozulmuş, II. Abdülhamit başta olmak üzere, son dönem Osmanlı padişahları tercihlerini hep Batı tipi eğitim kurumlarından yana kullanmışlar, devlet yatırımlarını oraya yöneltmişlerdir(2).
Cumhuriyet Dönemi
19 ve 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki gelişmeler farklı faktörlerin etkisiyle belirtilen dönemlere özgü iç ve dış koşulların oluşmasına yol açmıştır. Osmanlı eğitim sistemi bu süreçte doğan yeni ihtiyaçlardan, dış gelişmelerden ve konjonktürden etkilenerek farklı niteliklere bürünmüştür. Sonuç olarak Cumhuriyet döneminde eğitimle ilgili alınan karar ve uygulamaların Osmanlı döneminden tamamen bağımsız olmadığı söylenebilir ve başlayan bir değişim sürecinin devamı olduğu görülür.
Dolayısıyla Türk Milli Eğitim sisteminin temellerinin Osmanlı’nın son dönemlerinde atıldığını söylemek mümkündür(1). Bu kapsamda 1924 yılında “Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası)” çerçevesinde sayı ve işlev olarak etkinlikleri oldukça azalan medreseler kapatılıp öğrenci ve öğretmenleri ortaöğretim kurumlarına aktarıldığında, medreselerden de önemli bir direniş görmemiştir. Çünkü Osmanlılar döneminde zaten medreseden mektebe geçiş işlemi adeta tamamlamış, durumdadır(2). Esas olarak yukarıda verilen Osmanlıların gerileme devrini ve Cumhuriyet dönemlerini dikkate almadan önceki dönemlere bakıldığında tarihimizde üç uygarlık devresinden söz edilebilir. Bunlar Selçuklular’dan önceki dönem, Selçuklular ve Osmanlılar dönemi Osmanlı yükselme dönemi olmak üzere üç başlıkta ele alınabilmektedir. Hunlar’ın Göktürklerin ve Uygurların hüküm sürdüğü Selçuklular dan önceki dönemde güçlü bir savaşçı olma, ata binme, kılıç kullanma gibi niteliklerin kazandırılması üzerinde durulmaktadır. Bu uygarlıklardan Hunlar göçebe tarzı bir toplum yapısına sahiptiler. Göktürkler ve Uygurlar ise gelişmiş bir alfabe ve yazı diline sahip olmuşlardır. Bu her üç uygarlık döneminde de oturmuş bir eğitim kurumundan, bahsetmek zordur. Bu dönemin iki önemli özelliği göze çarpmaktadır:
Eğitimle ilgili belgelerin en az bulunduğu bir dönemdir.
Bulunan belgelere göre de çıraklık eğitimi (halk eğitimi, teşkilatsız eğitim) hakimdir.
Görüldüğü gibi tarihsel olarak da incelendiğinde eğitimi ihtiyaçlar ve değişimler belirlemiştir ve belirlemektedir.
Milli Eğitim Sistemi
Belirtildiği gibi Osmanlı’nın son dönemlerini Türk Milli Eğitim sisteminin temellerinin atıldığı yıllar olarak görmek mümkündür. İstiklal Savaşının başladığı 1919 yılına dek Türk eğitim sistemi, biçimsel olarak ileri uluslardaki sistemlerin temel niteliklerine kavuşturulmuştu. Devlet; bütün vatandaşlarına en azından ilköğretim verebilmek için sorumluluğunu resmen kabul etmiş, ilk, orta ve üniversite düzeyinde işleyen bir okul sistemi oluşturmuş, bir Eğitim Bakanlığı kurularak ulusal eğitim sistemi işler hale getirilmiştir(1,2). Kurtuluş Savaşı’nın sonunda Atatürk’ün önderliğinde, her alanda olduğu gibi eğitim alanında da yeni bir yapılanma sürecine girilmiştir. Kurtuluş savaşının en bunalımlı günlerinde “Maarif Kongresi” yapılmış ve “Heyeti İlmiye adı altında da bilim kurulları toplanmıştır (1921, 1923, 1924 ve 1925). Bu danışma toplantılarında; ilköğretim programları, zorunlu eğitim, küçük yerleşim birimleri için yatılı bölge okullarının açılması, ilk, orta ve lise eğitim süreleri, öğretmenlik mesleği, Talim ve Terbiye dairesinin kurulması gibi tarihimiz açısından önemli kararlar alınarak yürürlüğe konulmuştur. Her biri ayrı ayrı önemli ve değerli olan ve birbirinin tamamlayıcısı durumunda bulunan bu işlerin arasında en önde geleni, ülkenin insan gücünü hazırlayacak olan eğitim sistemini birleştirerek devletin gözetim ve denetimi altına alan o günkü adıyla Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur(Öğretim Birliği Kanunu). 3 Mart 1924’de çıkarılan bu kanun ile tüm okullar Maarif Nezareti’ne bağlanmış ve böylece o zamana kadar süre gelen çok başlılık sorunu ortadan kaldırılarak eğitim ve öğretimde ulusal anlamda bir bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır. Öğretim Birliği Yasası’nın hemen arkasından çıkarılan 1924 Anayasası ile de her türlü eğitim ve öğretimin hükümetin gözetim ve denetiminde olacağı, yasa çerçevesinde yapılacağı ve serbest olduğu (Madde 80), her kadın ve erkeğin ilköğretimlerini yapmaları zorunluluğu (Madde 87) getirilmiştir.
1980 Sonrası
1982 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda eğitimle ilgili doğrudan ve dolaylı pek çok ilke bulunmaktadır. Anayasa yanında eğitim ilkeleri daha geniş olarak içeren yasa Milli Eğitim Temel Kanunu’n da yer almaktadır. Burada bazıları 18 Haziran 1983’te değiştirilmiş olmasına karşın Türk Milli Eğitimi’nin genel ilkeleri olarak 14 ilke sıralanmaktadır. Bunlar aşağıda verildiği gibidir.
1. Genellik ve Eşitlik
2. Ferdin ve Toplumun İhtiyaçları
3. Yöneltme
4. Eğitim Hakkı
5. Fırsat ve İmkan Eşitliği
6. Süreklilik: Fertlerin genel ve mesleki eğitimlerinin hayat boyunca devam etmesi esastır.
7. Atatürk İnkılap ve İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği
8. Demokrasi Eğitimi
9. Laiklik: Türk Milli Eğitimi’nde laiklik esastır.
10. Bilimsellik
11. Planlılık
12. Karma Eğitim
13. Okul ve Ailenin İşbirliği
14. Her Yerde Eğitim
Sonuç olarak; görüldüğü gibi eğitim sistemimizdeki olumlu veya olumsuz yönler sadece bugünün eseri değildir ve Osmanlı dönemine uzanan tarihsel bir derinliği vardır. Önemli olan bu tarihsel birikimi ve derinliği bugünün ihtiyaçlarını ve Türkiye’nin gelecek vizyonunu kapsayacak şekilde ele almak ve değerlendirmektir.
Kaynaklar:
(1) Türk Eğitim Sistemi Tarihi, http://www.msxlabs.org/forum/egitim-bilimleri/19439-turk-egitim-sistemi-tarihi.html
(2) Ergün, Mustafa. MEDRESEDEN MEKTEBE OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDEKİ DEĞİŞME http://www.egitim.aku.edu.tr/ergun3.htm
(3) Population Reference Bureau, http://www.prb.org/
(4) Milli Eğitim İstatistikleri, https://sgb.meb.gov.tr/meb _iys_do