Ülkeler de canlı bir organizma gibidir. Doğarlar, büyürler, gelişirler, yükselirler, duraksarlar, gerilerler ve sonra mevcudiyetlerini kaybederler. Ama mutlaka küllerinde bile bir enerji vardır ve bir şekilde bir başka bir tekrar sahneye çıkarlar.
Bu süreç hep aynı şekilde tekrar eder mi? Büyük ölçüde tarih tekerrür ettiğini göstermiştir!
Pekala ya yaşam süresi? Bazen bir yüzyıl bile değil, bazen de Osmanlı gibi neredeyse yedi yüzyıl…
Bu süreyi belirleyen askeri ve ekonomik güç olduğu kadar benimsenen yönetim sistemi ve felsefesi, insan kaynağının niteliği ve bilinç düzeyi, sahip olunan tarih ve kültür derinliği, ilim ve irfan, jeo-politik ve doğal kaynaklar, bulunulan coğrafya, konjonktür, diğer devletlerin ve karşı güçlerin performansıdır.
Türkiye Cumhuriyeti, büyük Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olarak 1923 yılında kuruldu. Dünya savaşının içine çekilen Osmanlı Devleti, bu acımasız savaşta büyük toprak ve beşeri sermaye kayıplarına uğrayarak tarih sahnesinden çekildi. Savaşı kazanan güçler; sıranın Türk milletinin yok edilmesine veya esir alınmasına geldiğini düşünüyorlardı. Tam da bu noktada tarih boyunca hep özgür ve kendi bayrağının gölgesinde yaşamayı başarmış ve bağımsızlığı hayat gayesi, yaşam nedeni haline getirmiş milletimiz, tarihte örneği olmayan bir milli mücadele sonunda zafere ulaşmış ve yeniden bağımsızlık ve özgürlüğünü kazanarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Ancak savaşın sosyal ve ekonomik bakımdan bıraktığı yaralar, travmalar ve derin yıkımlar genç Cumhuriyetin bir kaç on yılını toparlanma ve yeniden yapılanmayla geçirmesini gerektirmiştir. Ancak kurtuluş savaşının bıraktığı izler yetişmiş insan kaynağının kaybı nedeniyle sanıldığının ötesinde, çok derindi ve toparlanmak o kadar da kolay değildi.
Öyle ki yeni devletin kuruluş döneminde var olan bu olumsuz koşullar; büyük atılımlar yapmanın önünde hep birer engel olarak karşımıza çıkmıştır.
Her şeye, tüm olumsuz etmenlere rağmen; dönemin içsel ve dışsal koşulları dikkate alındığında kuruluş döneminde uygulanan politikalar önemli ölçüde başarılı olmuş, ana sektörlerin ve beşeri kaynakların geliştirilmesine yönelik önemli gelişmeler sağlanmıştır. Ancak ekonomik krizler, başarısız koalisyonlar, iç kargaşalar ve benzeri nedenlerle bu anlayış ve motivasyon sürdürülebilir olamamıştır. Yaşanan tüm bu olumlu ve olumsuz uygulamalar sonucunda elde edilen başarı ve karşılaşılan başarısızlıklar; esas olarak kalkınmak ve refahın artışını sağlamak için gerekli olan ortamın hazırlanmasına yönelik önemli bir enerji birikiminin oluşmasını sağlanmıştır.
İşte bugünden geriye doğru bakıldığında; ülkenin kalkınması ve müreffeh bir ülke olabilmesine yönelik olarak gerekli olan enerjinin toplanması için neredeyse bir yüzyıllık süreye ihtiyaç duyulmuştur, denilebilir.
Neden Yüzyıl!
Ekonomik ve özellikle toplumsal değişim çok kısa sürede gerçekleşen olgular değildir. Kuşkusuz gelişme sürecinin kısa veya uzun zaman almasında pek çok içsel ve dışsal faktör özellikle insan faktörü ve bu faktörlerin özellikleri etkili olmaktadır. Bunu Yeniliklerin Yayılması (Diffusion of Innovations) Kuramı üzerinden tartışmak yararlı olabilir. Çünkü gelişmenin gereği olarak; ortaya çıkan değişim isteği ve enerjisi; toplumun bütününü aynı anda hemen saramıyor, kavrayamıyor. Değişim düşüncesinin; topluma girişi, gelişmesi ve toplumda olgunlaşma süreci bu enerjinin varlığıyla, yükselişi ve yaygınlaşmasıyla ilgili olarak yaşam buluyor. Tabi ki bunun yanında önemli bir olumsuz faktör olarak değişimin karşısında olan karşıt güçlerin, yani değişimin karşısında olanların, bir bakıma statüko bağımlıların varlığını da dikkate almak gerekiyor. Bunlar da aynı şekilde değişim sürecini farklı derecelerde etkileme potansiyeline sahiptir. Buradan hareketle Türkiye için ders niteliğinde önemli çıkarımlarda bulunmak mümkündür.