(Antalya Müze Müdürü Süleyman Fikri Erten’in, Antalya Gazetesi’nde 10 Temmuz 1340/10 Temmuz 1924 yayınlanan “Antalya’da Göç” başlıklı makâlesini, Osmanlıca aslından transkribe ederek istifâdelerinize sunuyoruz.)
Son asrın usanmaz, yılmaz âsâr-ı atîka ulemasının bize ezmine-i târihiyyeye (târihi zamanlara) dâir peyderpey vermekte oldukları mâlûmât pek kıymetlidir.
Bu keşfiyyât, kadîm milletlerin geçirmiş oldukları medeniyet, tarz-ı hayat noktasından çok değerli tetebbuâtı (araştırmaları) ihitvâ etmektedir. Bu keşfiyâttan birisi ve bizim için belki de en mühimmi eski Türkler hakkında vukû bulan keşfiyâttır. Pek eski bir zamanda Arılar (Türkler) bazı esbabtan dolayı garp ve cenup (güney) taraflarına doğru yürüyerek önlerine çıkan mâniaları yıkarak müteaddid haraketlerde bulunmuşlardır. Bu ilk insan akınının Avrupa’ya ve Küçük Asya’dan Akdeniz sahillerine doğru vukua geldiğini görüyoruz. Akdeniz sahillerinde teşkil ettikleri obalarla ezmine-i târihiyeyi mebde’ ve esas teşkil etmişlerdir. Bunlar Yunanistan’ın da ilk sekinesi idiler.
Kadîm Yunanlılar bunlara (Polaki) Pelaques ismini verirler ve iş bu seleflerine ormanları açan hayvanât-ı vahşiyeyi itlaf eden bataklıkları kurutan ilk kavim nazarıyla bakarlardı.
Binâen aleyh Ârı olan bu (Polâki) lere Yunanlıların da ecdâdı demek icap eder. Pelajler, cedleri Arılar gibi mabetsiz ve heykelsiz olarak gayr-i cismânî bir ulûhiyete mu’tekıd idiler. Allah dağların tepelerinde oturur ve buna ormanlarda arz-ı ubudiyet ederler. Mukaddes meşe ağacıda ikâmetgâh tanırlardı. Şu kadar var ki Arılar, kavimlerin millet şeklinde teşekküllerinden mukaddem bir zamana müsâdif olduklarından temessüle karşı duramamışlardır. Hatta Yunanlılar Küçük Asya’ya gelmezden mukaddem Toros’un cenup taraflarında ikâmet eden Arılar’a - tûl-i müddet Finikelilerle münasebâtta bulundukları cihetle – bir çok müverrıhler (tarihçiler) bunlara Finikeliler ırkına mensup nazarıyla bakmışlardır.
Muverrıh Heredot Mesie Veliseyenleri (Küçük Asyalıları) tasvir ederken diyor ki: “Bunların vahşi elbiseleri, tilki derisinden bir külah ile “Zenira” tesmiye olunan bir nevi belik, ayaklarında geyik derisinden çizme, ellerinde kısa bir harbe ile bir mızrak ve müdafaa için de bir kalkan taşırlardı.”
Bu tasvirden pek kolay anlaşılır ki bunlar çiftçiden ziyade göçebe ve muharip numunesidir. Bütün meyil ve hevesleri açık hava ve çadır altı hayatıdır. Charles Texier Küçük Asya Tarihi’nde şöyle anlatıyor: “Şimal Türklerinin sâkin oldukları şehirlere yaz mevsiminde bir ecnebi gidecek olursa kendini mezara girmiş zanneder. Bütün evler boş, çarşılar kapalıdır. Şehrin bekçiliği, güç hâl ile bulunmuş bir adama tevdi edilmiştir.
Asya’nın ezmine-i atîkasıyla hâlihazırı arasında öyle zan olunduğu kadar derin bir tebeddül yoktur. Kadîm Yunan medeniyeti buraya dehâsının şimşekiyle sanat ve ilim getirdi.
Romalıların kuvvet ve kudreti ise zahiri bir nevi hükümeti idâme ettirdi. Fakat hâlisü’d-dem Asyalı bütün bu parlaklıklara karşı müstağni kaldı. Daha sonraları padişahlarının dehşetli tahakküm ve istibdâdı altında bile serbesti-i harekâtı, kadîm âdâtını taşımaktan başka bir endişe hissetmedi.
Fi’l-hakîka yakın bir zamana gelinceye kadar vilâyetimizde yaşayan Türkler, o eski ananâttan birçoğunu muhafaza edebilmişlerdir. Bu âdâttan birisi de, sıcak aylarda şehirden yaylaya göçmektir.”
982 târîh-i hicrîsinde yazılmış Murad Paşa Vakıfnâmesi’nde deniliyor ki: “Ahâlisinin yaylaya çıktıklarında sâir erbâb-ı cihâtın vazifelerini îfa etmedikleri için ücretleri verilmeyecektir.”
Bundan anlaşılıyor ki; Antalya ahâlisi hatta câmi-i şeriflerde vazifedar olanlar bile yaylaya göçüyormuş. Merkezde ticaret terakkî ettikçe bu göç meselesi de sekteye uğramaya başlamış ve günden güne de tedenni etmiştir. Bu hal seferberliğe kadar görülüyor ki, ticaretin tevassüü, deve ve hayvan tedâriki müşkilâtı, arabaların ihdâsı ve nihayet maişet buhranları, pek kadîm olan bu milli ananeyi herkese unutturmuştur.
6 Haziran 1340’da bu eski ananenin ihyasına teşebbüs ettik. Korkuteli eşrafından Elmalılı Hacı Mehmed Ağa ricamızı kabul etti. Ve bize bu kadîm âdetin en ince noktasına kadar gösterdi. Göçün sûret-i icrâsını musavver foroğraflar aldık. Burada Hacı Mehmed Ağa’ya teşekkürü vazife addediyorum.
Göç bir ağa için pek pahalıya mal olmaktadır. Antalya’da göç umumiyetle Mayıs’ın on beşinden başlayarak Temmuz haftasında nihayet bulur ve şehirde bekçilerden mâadâ hiçbir kimse kalmazdı. Herkes fazla eşyasını hânelerinde bırakıyor ve sokak kapılarını bir sicimle bağlar sonra da balmumu ile mühürler ve bu sûretle sigortaya koymuş sayılırdı. Mevsûkan rivayet edildiğine göre 1055 tarihinde “ Antalya Tarihi’nde bahsettiğim – Adem Efendi’nin Bedestan’ı evlerde bırakılan bu eşyayı daha iyi bir sûrette muhafaza etmek için yaptırılmıştı. Bedestân’ın inkirâzından sonra kemâ fi’s-sâbık (önce geçtiği üzere) herkes eşyasını hânelerinde bırakmaya başlamıştır.
Aksi olarak kışı Antalya’da geçirmek üzere Selçuk padişahlarının yedi defa Antalya’ya inerek ‘ış u nuşla (güzelce) geçirdiklerini Selçuk tarihlerinde tesadüf ediyoruz.
Göçün sûret-i icrâsı: Göçü nakledecek olan develerin Cuma günü sabahı yayladan gelmesi âdetti. O hafta göçecek olan hâne sahipleri beher devenin kirasını Korkuteli’ne kadar ve iç beldeye göre yirmi guruştan yirmi beş guruşa kadar pazarlıkla kiralarlardı. Develerini şehre yakın (Karahayıt) civarındaki meydanlıkta iki gün güderlerdi. Göç etmek için birkaç günlük bir meşguliyeti göze almak iktiza ederdi. Cumartesi günü göçecek olan esnaf ve eşraf-i belde mensup oldukları âile erkanını, ahbablarını şeryet tutmaya davet ederek deve savranları yani devecilerde refikalarını alarak göçdürecek oldukları haneye gelirler ve eşyayı bir devenin götürebileceği kadarını boğçalara bağlayarak şeryet yaparlardı. Bu davette şahsa göre iki seferden aşağı olmamak üzere on sefereye kadar da ziyafet verilirdi. Develerin evemeleri hademelerin koşuşmaları arı kovanı gibi kaynayan çocuklar ayrıca bir manzara teşkil ederdi.
Kâfile kalkıncaya kadar gerek eşhas ve gerek hayvânâtın iâşesi bi’t-tabi ağa hesabına kayd edilirdi. Kâfilenin hareket edeceği gün erkenden kösler çalınmaya başlar bundan da o gün göç edileceği anlaşılırdı. Şerît dedikleri yükler kıldan mamül çuvallara sarılır, kapkacak hayıt ağacından yapılmış küfelere istif edilir. Ancak çocuklu bir kadının oturabileceği genişlikte mayfa nilan selvi tahtalarından yapılmış bir nevi salıncaklarda meydana çıkarılır.
Bu hareket Pazar günü öğleye kadar devam eder. Artık her şey ihzâ edilmiştir (hazırlanmıştır). Yükler develere sarılmaya başlanır. Evvela önde gidecek pişdârcı deve bulunur ki buna “Peşevenk” tabir olunur. Bu devenin üstüne, her tarafı rengârenk boncuklardan işlenmiş bir hâşe, ayaklarının perezvârı birçok ziller bağlanır, kıymetli kilim ve seccâdeler katlanmış olarak üstüne atılır ve bunların üzerine de kösçü kurulurdu. İkinci müzeyyen (süslü) deveye de mayfa bağlanır ve burası harem dairesi sayılırdı. Üçüncü deveye kâfile efradını Korkuteli’ne kadar besleyecek miktarda pişmiş yemekler tahmil edilir. Dördüncü ve beşinci develere ise şeryet denilen yatak mefrûşât vesâire denkleri erzak ve daha sonra da kapkacak taşıyan küfeli develer sıralanırdı.