(Antalya Müze Müdürü Süleyman Fikri Erten’in, Antalya Gazetesi’nde 10 Temmuz 1340/10 Temmuz 1924 yayınlanan “Antalya’da Göç” başlıklı makâlesini, Osmanlıca aslından transkribe ederek istifâdelerinize sunuyoruz.)
Burada nazar-ı dikkati câlib bir iki şeye tesâdüf ediyoruz. Evvelâ son develere âit olan yük üstünde, dışı kireçle badana edilmiş çamaşır kazanı – kazanın dışı siyah olarak gitmesi muhaliftir – diğeri deve üzerinde saçak, yüklere asılmış senek - ağaçtan mâmul bir nevi su kabı – güğüm sonrada sinit – yufka ekmeği pişirmeye mahsus ağaçtan tahta - kezâ ağaçtan yapılmış deve leğeni diğer deve üzerinde çarşafla örtülü tahta beşik bir merkebe de seyrek örtülmüş bir sepet derûnunda tavuk, horoz yükletilir. Dikkat edilirse görülür ki koca kervanda boncuklardan başka Avrupa mâmülâtından hiçbir şeye tesâdüf edilmez.
Bu deve kâfilesinin önünde bodur bir merkebin bulunması âdettir. Develer hep birbirine bağlıdırlar. Artık kâfile dizilir mayfeler, çocuklu çocuksuz harem dâiresi efrâdı biner ve üstlerine kıymetli ve gâyet uzun bir kilim sarkıtılır.
Mayfeler ayrıca beyaz çarşaflar ile sarılı bulunur. Kâfilenin etrafında bir devecilerden mâadâ ağaların haytaları yani hizmetçileri bundan başka da silahlı beş on muhâfız da bulunurdu. Kâfile hareket eder etmez silah atılmaya başlar önde giden çiçekli deve üzerindeki kösçü ise pek kısık olan kâidesiyle şehirden çıkıncaya kadar çalar. Ağalarda ihzâr edilmiş -hazır edilmiş- olan atlara binerek biraz teahhur ile (sonradan) hareket ederlerdi.
İşte böylece şehrin ortasından geçmek bir şeref addolunmakta idi. Pazar günü saat beşde kâfileyi seyretmek üzere hemen umum belde ahâlisi Şarompol’e çıkarlardı. Her kâfilenin behemehâl buradan geçmesi âdetti. Sıcak münasebetiyle develerin bayılmaları ihtimâline binâen her katarda kar bulunur ve ara sıra develerin ağzına birer parça atarlardı. İş bu karlı deve limonatası böyle hararetli günlerde pek makbule geçtiğini develerin harekâtından anlamak mümkündür.
Antalya ahâlisi hemen umumiyetle denebilecek derecede “Korkuteli – İstanos” atla 12, deve ile 18 saattir (giderler). Antalya’nın şimâl-i garbîsinde, sath-ı müzerred 1070 metre irtifâında kadîm “İsinda” şehri üzerine müesses bir kasabadır. “İstanos” kelimesinin İsinda’dan müştak (türemiş) olduğu muhakkaktır. Bu isim birkaç sene evvel “Korkuteli”ne tebdil edilmiştir. Kasabanın ortasından “Karalas” nâm-ı kadîmiyle müsemma “İstanıs Çayı” akar. Kasabanın meyvesi bol, havası orta halde bir yayla denecek derecededir.
Kasaba su boyunca şimalden cenûba doğru uzanmış ve latîf bahçelerle süslenmiştir. Taşının azlığı hasebiyle evleri kâmilen kireçten mâmül ve üstü düz olarak toprak örtülüdür ki alışmayanlara göre kasvetli bir manzara arz eder.
Arazisi geniş, çamuru boldur. Toprağı killi olduğundan yağmurlu havalarda bir taraftan diğer tarafa gitmek pek suûbetlidir (zordur). Daha Selçuklular zamanında bile burası Antalya ahalisinin yaylası olduğu anlaşılıyor.
Rivayet edildiğine göre daha evvelleri Antalya ahâlisi küçük çadırlar ve hasırdan mâmül alacaklarla Kızılca Dağı’nın elyevm (bugün) Antalya yaylası denilen yurtlara giderlerdi. Bilahare İstanos’a inerlerdi. Fakat bu âdet hayli zamandır terk edilmiş ve İstanos’a gitmekle iktifâ edilmiştir. (İstanos havâlisi hakkında tarihimin ikinci cildinde mufassal mâlumât verileceği cihetle şimdilik bu kadarla iktifâ edilmiştir.)
İşte böyle mutantan (görkemli) bir sûretle hareket eden kâfile üç günde Korkuteli’ne varırdı. Şehirden kalkan bir kâfile o gün ale’l-usul ancak iki saat mesâfede ve kadîm “Lagaon” harabesine yakın kahveye kadar gider ve burası ilk merhale addedilirdi. Burada yükler iner, develer gezdirilir, sofralar kurulur, neşe ile âhenkle yenir, içilirdi. Maamâfih (bununla beraber) kâfile çok eğlenmez, gece serinliğinden bilistifade erkenden kalkar, sabaha kadar âheste âheste yoluna devam ederdi. İlân-ı şâdımânı olmak (sevinci göstermek) üzere yolda tesâdüf edilen köylerde kös çalınır, ağalarda kahvelerini içer, çubuklarını kondururlardı. İkinci konak mahalli İncircik’de ve çamlar dibindedir. Burasının manzarası cidden güzeldir. Eflâke (ufuklara) doğru uzanmış yeşil çamlar… bunların insanı gaşyeden kokuları, binlerce çiçekler arasında pek mükemmel âhenkler icrâ edilirdi.
Tavuklar kesilir, yemekler yenir, silahlar atılır, çeşit çeşit oyunlar oynanır, bütün gece uykusuz kalanlara, uyumak isteyenlere karşı muhtelif tacizlikler yapılırdı. Burada akşama kadar kalmak usuldendir… akşam ezânında hareket etmek îcâb eder. Gündüzün icrâ edilen bütün âhenklere rağmen dar olan boğazdan evvelâ geçmek meselesinden dolayı ekseriya kavgalar, münâzaalar zuhur eder. Bıçak bıçağa gelirlerdi. Sâhib-i nüfuz olanların haytalarına güvenerek bittabi bu anlaşılmayan şerefi kazanacağı şüphesizdir. Bu şeref pek eski zamandan beri anane olarak muhafaza olunmaktadır.
Bu gecede sabaha kadar yürüdükten sonra ertesi günü ekseriyâ İstanaos’a varılırdı. Üç dört saat mesafeden ehıbbâsı (sevenleri) tarafından davar, yoğurt ve kiraz sepetleriyle istikbâl edilmek âdettir.
Herkes kendi hânesine iner ve Teşrîn-i Evvel’e (Kasım’a) kadar ikâmet ederdi. Bu zaman zarfında herkes kış nevâlesini ikmâl etmiş bulunacağından tekrar avdet (dönüş) göçü başlar ki evvelinin aynıdır. Yalnız bu sefer Antalya’ya iki günde varılır ve yine Antalya’da bulunan ehıbbası tarafından kadîm “Termesos” harabesinin şimâl eteğindeki “Yenice Kahve”sinde istikbâl edilirdi.
Eski zamanlarda Antalya ağaları besledikleri atlarla Teşrîn-i Evvel’de başlayarak Konyaaltı denilen mahalde her Pazar günü cirit oyunları ve kânunlarda (Kasım-Aralık ayları) her Cuma günü çirit alanında aşiret ve ağalar vasıtasıyla hususi bir sûrette beslenmiş develeri güleştirirlerdi.
Elyevm Antalya’nın ne o mükemmel göçünden ne de cirit oyunlarından bir eser kalmamış ise de ara sıra deve güreşine tesadüf edilmekte.
Artık Türklerin bu gibi kadîm ananeyi ihmâl etmekte oldukları görülüyor.
10 Temmuz 1340
Müze Müdürü Süleyman Fikri