20 Mayıs 1937 tarihinde Akseki, Elmalılı’nın kendisine emekli dersiâm maaşının verilmesi konusundaki başvurusuna; “Âsım Efendi ve emsâli dersiamlardan Hamdi Efendi’ye mâliye’t-tatbîk olmak üzere…” şeklinde olumlu cevabın geldiğini ve konu ile alâkalı yazının İstanbul Müftülüğü’ne yazıldığını, kendisinin de müftü efendiye ayrıca konunun hızlandırılması için mektup yazdığını ve bu olumlu gelişmeye çok sevindiğini ifade eden bir mektup yazmıştır.
Elmalılı’ya, Akseki’den metrukâtı arasında bulamadığımız 20 Temmuz 1937 tarihli bir mektup gelmiştir. Elmalılı cevâbi mektubunda;
“…Senelerden beri fart-ı mesâ’î ve ta’b-i kelîdden dolayı mütemadiyen başım ağrımakta bulunduğu gibi mi’demden, göğsümden, böğürlerimden de çenber gibi saran birtakım sancılar içinde kaldığım için birkaç ay Erenköy’den gelmiş bulunuyorum…”
açıklamalarıyla rahatsızlığının şiddetlenmesinden dolayı tebdîl-i hava için Erenköy’de kızının yanında bulunduğunu açıklamakta, Fatih’teki ev adresine gönderilen mektubun kendisine 29 Temmuz’da ulaştığını haber vermektedir. Elmalılı’nın altı sayfa olarak ifade ettiği 20 Temmuz 1937 tarihli Akseki’nin kendisine yazdığı mektup kayıptır ve tüm araştırmalarımıza rağmen bulunamamıştır.
Elmalılı cevâbî mektubunda, Akseki’nin mektuplarına cevap yazmayı birkaç gün geciktirmesini ve bu durumun Akseki tarafından “selâmı sabahı kesmek mânâsında anlaşılmasına” çok üzüldüğünü ifâde etmektedir. Elmalılı, mektubunda Târık suresinin sonlarını tefsir etmekte olduğunu belirtmektedir.
Elmalılı, Akseki’ye, yazdığı mektuplarda sıklaşan soruların tefsir çalışmalarında sekteye sebep olduğunu, münakaşaların uzayıp gittiğini, bu yüzden zaten cevapladığı konularda tazyik edilmemesi gerektiğini bildirmektedir. Ayrıca mukaveledeki tefsir proğramını hatırlatarak şunları ifade etmektedir:
“…Tefsire başlarken evvela bir proğram yapılmıştı, Ona heyetinizden bilhassa şu fıkralar derç edilmişti. Furu’da Hanefî Mezhebi, usül de Ehl-i Sünnet mezhebi esas ittihaz edilecek, nâsih mensûh gösterilecek, buna nazaran benim o meselede mezâhib-i erba’aya muhâlif olanı İbn Kayyım kavlinden kanâ’atim dâiresinde kısaca olsun bahsetmeme i’tirâz edebilirdiniz. Halbuki zât-ı ‘âliniz o proğramın hilâfına olarak bana şu süâli soruyordunuz: Hâlâ mezheb-i Hanefi’ye mi tâbi olacağız? Ben buna ne diyebilirim? O mesele ile yirmi beş seneden beri uğraşmışım. İbn Kayyım’ın İ’lâmü’l-muvakkı’în, Zâdü’l-Me’âd ve sâir görebildiğim her eserinde ileri sürdüğü sözlerini gözden geçirmişim. Gözettiği maslahatın ve kazımak istediği mahzurların mâhiyetini de takdir etmişim. Bununla beraber bütün edillenin ve mezâhibin hulâsâsından şu neticeye vâsıl olmuşum, o da: Talak-ı selâse def’aten îkâ’ şer’an haram ve günahtır, Kur’ân’ın ve sünnetin emr ve tavsiyesine muhaliftir. Bundan çok mahzurlar tevellüd eder, lakin lagv değildir, çünkü lagv olsa idi günah olmazdı “لا يؤاخذكم الله باللغو فى ايمانكم”[1] mucibince muâhaze edilmemek iktizâ ederdi. Bundan da daha çok mahzurlar çıkardı” kana’atına vâsıl olmuşum. Bunu da tefsirde hulâsa olarak söylemişim. Siz delilimi hiç nazar-ı i’tibâra almadan da’vâya ‘avdet ederek bu arada beni uzun uzun mebâhise da’vet ediyordunuz. Bu ise tefsire girmezdi, hayli uzun bir hilâfiyyât kitabı yazmaya tevakkuf ederdi. Onu da şimdi muhâbere suretiyle yapamazdım. Vazifeden çok uzaklaşmış olurdum. Şüphe yok ki zât-i ‘âlinizi iknâ’ benim haddim değildir. Yalnız kanâ’atimi söylemekten ileri geçersem hadd-i nâ-şinaslık etmiş olurum. Hiçbir zaman ben her meseleyi hal ederim diye bir da’vâya girişmedim. İlimde lâ edrî de bir vazifedir. Benim hürmetimi selamı sabahı kesecek dereceye kadar götürmenizi fasl-ı fâtıra getirebilirdim.”
Ayrıca Elmalılı Mart ayı içerisinde Diyanet İşleri Resiliği’nden; “iki aya kadar tefsirin bitirilmesi” tebliğinin yapıldığını, tefsiri bitirmek için bütün gayretiyle çalıştığını, mukavelenin muhtasar tefsir üzerine olduğunu, son iki cüzü daha kısa keserek bitirmek istediğini mektubunda dile getiriyordu.