Rabbimizin “Şüphesiz insanlar için kurulan ilk mabed, Mekke'deki çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet kaynağı olan Beyt (Kabe)dir.” [1] buyruğu ile dünya üzerinde Hz. Adem (a.s.) tarafından inşa edilen[2]ve ilkmabed olan Kâbe’nin iki önemli özelliğine vurgu yapılmaktadır: 1. Mübârek (kutsal, hayırlı) 2. Hidâyet Kaynağı. Mübârek ve hidâyet kaynağı olmak Kâbe’nin vazifelerini ve özelliklerini yüklenen ve birer beytullah olan dünya üzerindeki bütün camilerin de hakkıdır. Zıt anlamlısı dalâlet olan hidâyet, iman ve amel çizgisinin manevî pusulasıdır.
“Kim Allah'a iman ederse, Allah onun kalbine hidayet verir.”[3]
Allah’ın herşeyi öğrettiği[4]Adem’in (a.s.), yerleşeceği yeryüzünde evinden önce Allah’a ibâdet edeceği beytullahıinşâ ettiğine şahit oluyoruz. Rasûlullah’ın da (s.a.v.) Medine’ye hicretinde ilk yaptığı, önce Mescid-i Kuba’yı ve akabinde Mescid-i Nebevi’yiinşâ etmek olmuştu. Bütün insanlara örnek olarak gönderilmiş peygamberlerin bu davranışları; “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”[5]âyet-i kerimesindeki ahlakla ahlaklanmalarının neticesiydi. İlâhi sistemin hâkim olduğu mübârek ve hidayet kaynağı bir yapı oluşturmak ancak beytullah merkezli bir dünya kurmakla mümkündü. Hayatın merkezinde tâgutların, maddi ve mânevî putların değil de Allah’ın olması, beraberinde bütün taşların yerine oturmasını getirmekteydi. Rasûlullah’ın (s.a.v.) inşâ ettiği Mescid-i Nebevi müştemilâtında,elçilerin kabul edildiği bir bölge, avlu duvarlarına bitişik ama kapıları içeri açılan, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve eşlerine ait evler, Suffe adı verilen bir yatılı okul ve buna bağlı olarak misafirlerin kalabileceği misafirhane, en geride (dışta) de misafir develeri ve zekat mallarının konabileceği bir mekan yer alıyordu.[6]Dînî ve dünyevî işlerin birlikte yürütüldüğü, ibâdetlerin birlikte edâ edildiği, elçilerin kabul edildiği, mâli durumların görüşüldüğü bir merkez, mübârek ve hidâyet kaynağı idi Mescid-i Nebevî ve burada yetişen ashâb-ı kirâm saadet asrının mimarları ve dünyanın hidayet rehberleri olmuştu.
İnşâ edilen binalar içlerindekine göre değerlidirler ve korudukları şeyler onları anlamlı kılar ve kıymetlendirir. Mekanların kıymeti içerlerinde olanlarladır. Saray, sultanla bir anlam kazanır, kale de asker ve komutanla. Mekandan münezzeh olan Allah’ın, camileri beytullah yani “Allah’ın evi” diye isimlendirmesi mecâzîdir, yani korudukları anlam ve değerler yüzündendir. Zira Allah’a imanın mekânı olduğu için müminin kalbi de beytullahtır. Camilere de dini ve imanı koruyan kaleler olduklarından beytullah denilmiştir. Müminin kalbi, caminin îmârı ile kuvvetlenir ve içi ve dışı ziynetlenir.
“Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin”[7]
Kâbe’den günümüze, Allah’a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmayan müminler[8] tarafından inşâ ve îmâr edilmeye devam edilen mescid ve camilerimiz, yaptıranlarının, mimarlarının ve ustalarının ulvî düşünceleriyle birer şâhasere dönüşmüşlerdir. İslâmî bir hayata sahip olan Osmanlılar; zengini, fakiri, çırağı, ustası, mimarı, mühendisi ile hayatlarının merkezlerinde yer alan ve özümsedikleri caminin, her türlü ihtiyaçları karşılaması için hangi özelliklere sahip olması gerektiğini de çok iyi biliyorlardı. Efendimiz (s.a.v.)’in "Kim: Allah'ın rızasını talep ederek bir mescid inşa ederse, Allah ona cennette bir ev inşa eder."[9]müjdesinenâil olabilmek için, güç ve kudretlerinin yettiği nisbette, dâhi mimarların eserlerini, yaşadığı dönemlerinin en kaliteli malzemelerini, mesleğinde zirveye çıkmış, mahâretlerini estetik ve zarâfetin en üst sınırlarına taşımış ustası, kalfası ve çırağıyla dantel gibi işleyerek, geçmişten günümüze gözlerimizi ve gönüllerimizi aydınlatan, mübârek ve hidâyet kaynağı hediyeler olarak takdim etmişlerdir.
Ecdâdımızdanmübârek birer mîras olarak devraldığımız ve yeni inşâ ettiğimiz, inşâ etmekte olduğumuz camilerimizin mübârek ve hidâyet kaynağı vasıflarını teslim etmek adına, hayatımızın her alanında bizim için örnek alınıp yaşanılacak bir rehber olan Efendimiz’in[10] (s.a.v.) anlayışıyla madden ve mânenîmar ederek, camilerimizin haklarına riâyet etmeliyiz.
Osmanlı başkentine bakan bir yabancının (Le Corbusier); “İstanbul’da veciz bir doku görülür: Bütün fânilerin evleri ahşap ve Allah’ın evleri ise taştandır” sözünü hatırlatırken; ecdâdımızın yaptığı gibi, dünya durdukça durmasını istedikleri camileri inşâ edebilmek için, camilerin maddî dokusunda kalıcı malzemenin kullanılmasına dikkat edilmesi gerektiğine dikkat çekmek isterim.