Hak-Bâtıl / Adâlet-Zulüm kavramlarının içeriğini ve kapsamını Allah’tan başka kim belirleyebilir?
Toplum hayatını düzenleyen kuralların hemen hepsi dînîdir. İnsanoğlunun yaratılışından itibaren din ve ahlak kuralları ile hukuk kuralları içiçedir. Çünkü din adamları ile hukukçular aynı kişileridir.
Roma hukukunun ilk devirlerinde hukukla uğraşan kimseler, Pontif denilen din adamları idi. Klasik devirde Roma hukukçuları, Fas denilen ve insanların tanrılarıyla ilişkilerini düzenleyen (peygamber) ve tanrılar tarafından konulduğu kabul edilen dini hukukla, lus denilen ve insanlar tarafından konulup yalnız insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuku birbirinden ayırmışlardır.[1]
Eski Hint Brahman hukukunda da dînî görevlerle hukûkî ilişkileri düzenleyen kanunlar, kutsal metinlerden meydana geliyordu. Bu husus, ilim anlamına gelen Veda’larla bunların açıklamalarında açıkça görülmektedir. [2] Manu kanunlarında medeni hukukun, mezhebe dayanan hukukun yanında yer aldığı, fakat gittikçe dinin, medenî hukuka daha çok etkide bulunduğu anlaşılmaktadır.[3]
Eski İran’da Zend-Avesta denilen kutsal kitap, din ve hukuk işlerini birlikte düzenliyordu.[4]
Eski Yunanlılarda, kralların siyasi otoritelerinin dînî temellere dayandığına inanılırdı.[5]
Japonların krallarına hâlâ kutsal bir varlık olarak baktıkları bilinmektedir.[6]
Eski Türklerde de Şamanlar, yalnız din adamları değil, aynı zamanda hukuk adamı idiler.
İslam öncesi Arabistan’da kâhinlerin zaman zaman hakem olarak bir kısım hukuki davalara baktıkları kaynaklarda görülmektedir.
Ortaçağ Avrupası’nda hükümdarlar, krallık taçlarını Papa’nın elinden giyerek kutsallık kazanırlardı.
Din adamlarıyla seküler hukûka yumuşak geçişi amaçlayanlar, belli bir noktaya getirdikleri planlarını, “ateizmin fikir babası” ünvânını verdikleri Darwin’i kullanıp, “maymundan gelen insan” modeliyle ikinci evreye sokarak, “yaratılış” ve dolayısıyla “Yaratan Allah” anlayışlarını kökten yok etmeyi amaçlamışlardır. “Dogma” dedikleri, vahye dayalı akıl, ilim ve irfan anlayışını reddedip “akıl ve deneyci” tarza geçerek, Allah merkezli insanı, insan merkezli insana! dönüştürmeye başlamışlardı.
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’e (a.s.) verilen sahifeleri, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilen Kur’an-ı Kerim’i insanlara tebliğ edip açıklayan ve bu hükümleri uygulayıp takibini yapan peygamberlerdi. Peygamberlerin vefatı sonrası bu vazife, konunun uzmanları olan âlimler tarafından icra ediliyordu. Aynı zamanda birer hukukçu olan bu âlimler peygamberlere vâris olmalarıyla yüceltilen, iyileri insanların en iyileri diye nitelendirilen[7], kötülerine de insanların en kötüsü denilen kimselerdi. Güç ve iktidar sahiplerinin İslam Hukuku’na aykırı isteklerini, onlardan gördükleri çeşitli menfaatler karşılığında yerine getirmeye başlayan kötü âlimler, seküler hukukun temellerini oluşturan tahrif hareketlerini de başlatmış oluyorlardı. Kur’ân-ı Kerim bu konuya şöyle değinmektedir:
“Elleriyle kitap yazıp, biraz para almak için: "Bu Allah tarafındandır." diyenlerin vay haline! Vay o ellerinin yazdıklarından ötürü onlara! Vay o kazandıkları vebal yüzünden onlara!”[8]
“Nasıl olur onların size güvenmelerini beklersiniz ki onlardan bir zümre vardı ki Allah’ın kelamını işitip akılları aldıktan sonra, bile bile onu tahrif eder, değiştirirlerdi.”[9]
“…Kelimeleri konuldukları yerlerden çıkarıp tahrif ederler. "Size şu fetva verilirse onu kabul edin, o verilmezse onu kabul etmekten geri durun" derler…”[10]
Kutsal hukuk metinlerindeki tahrif hareketleri dört şekilde yapılmaktaydı:
- Tevrat ve İncil metinlerinden bazı şeyleri çıkararak,
- Metinde olmayan bazı şeyleri metine dahil ederek,
- Kelimelerin, âyetlerin yerlerini değiştirip, bağlarını kopararak,
- Metinleri yeniden yorumlayarak.
Allah’ın her peygamberle gönderdiği kesin yasaklardan; Fâiz, Zina, İçki, Kumar v.s. günümüzde olduğu gibi toplumun ana taşlarını oluşturan konular yasak olmaktan çıkarılarak, güç ve iktidar sahiplerinin idârî ve ticârî menfaatlerine hizmet eder hale getirilmiştir.