Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi ve Ahmet Hamdi Akseki gibi “Türkçe ibadet” konusuna müsbet bakmayanlar olsa da hükümet, Türkçe ibadetten yana olduğunu açıkça belirtiyor ve bu yöndeki gelişmeleri destekliyordu. Türkçe ibadet konusuna menfi açıklamalarda bulunanlardan birisi de Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’dı. Elmalılı, Türkçe Kur’an diye bir şey olamayacağını ve ibâdetlerin Kur’ân’ın orijinal dili olan Arapçad’an başka bir dille yapılamayacağını belirterek, tefsirinin mukaddime bölümünde:
Türkçe Kur’ân mı olur be hey şaşkın
Bu oynamaktır dîn ü îmanla
beytini yazmıştı.
Dönemin baskılarından Mısır’a hicret etmek zorunda kalan Osmanlı şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi (ö.1954), Kur’an tercümesi ve Türkçe ibadet konularında pek çok yazılar kaleme almış, bilhassa Mes’eletü Tercemeti’l-Kur’ân adlı eserinde Türkçe ibadet konusuna sert eleştiriler yapmış ve bu akıma şiddetle karşı çıkmıştı. M. Sabri Efendi, bu hareketin hiçbir dini ve ilmi boyutu olmadığını, tamamen siyâsi olduğunu ve uzun vâdede Türkleri dinsizleştirmeyi hedef aldığını belirtmiş, bu hareketin öncülerinin de dinle bir alâkalarının olmadığını söylemişti.[2]
Mustafa Kemal’in, Cumhuriyeti ilan etmeden önce dinde yapmayı düşündüğü reform hareketlerinin ilk halkası, Kur’ân’ı Türkçe’ye çevirmekti. Mustafa Kemal’in etrafında yer alanlar, İslam’da reformu bile yeterli görmüyor, Türklerin tamamıyla dinsizleştirilmelerini öneriyordu. Türklerin bin yıldır mensubu bulunduğu bu dini tamamen bırakıp, Hristiyanlaşmalarını sağlamayı teklif edenler bile vardı. Bu kişiler İslamiyet’i, ilerlemenin ve modernleşmenin önündeki en büyük engel olarak görüyor; çağdaşlaşmak ve kalkınmak için mutlaka bu dinden kurtulup, ilerlemiş Batı ülkelerinin dini olan Hristiyanlığı seçmek gerektiğini savunuyorlardı. Reşit Galip (ö.1934), Mahmut Esat Bozkurt (ö.1943), Tevfik Rüştü (ö.1972), Fethi Okyar (ö.1943), İsmet İnönü (ö.1973) gibileri bunlardan birkaçıydı. Mahmut Esat, İslam’ın terakkiye mâni olduğunu ileri sürerek, anayasaya, “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini Hristiyanlıktır” maddesinin yazılmasını dahi teklif etmişti.[3]
Fethi Okyar, “Türkler, İslamiyet’i kabul ettikleri için böyle geri kaldılar; İslam kaldıkları sürece de geri kalmaya devam edeceklerdir. Bunun için İslam kalmayacağız” demişti.[4] İsmet İnönü ise Kazım Karabekir’e (ö.1948), Müslüman kaldıkları sürece sömürgeci devletlerin, özellikle de İngilizlerin dâima kendilerine karşı çıkacaklarını, sonuçta istiklallerini kaybedebileceklerini söylemişti.[5] Bu fikirlere katılmayan Mustafa Kemal’in projesi ise “Müslümanlık; Türk’ün Millî Dînî” idi. Kâzım Karabekir: “Devlet Başkanı sıfatıyla din işlerini kurcalamanızın içeride ve dışarıdaki etkileri çok aleyhimize olur ve bize zarar verir. İşi, ilgili makamlara bırakmalıyız. Fakat din konusu rastgele şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi, kötü politika zihniyetinin de işi karıştırabileceği göz önünde tutularak, içlerinde Arapçaya ve dinî bilgilere hakkıyla vâkıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan oluşan bir kurul toplamalı ve bunların kararına göre tefsir mi, tercüme mi yapmak uygundur, ona göre bunları harekete geçirmelidir…” diyerek bu düşünceye karşı çıkınca Atatürk ona: “Evet Karabekir, Arap oğlunun (Muhammed’in) yâvelerini (saçma sapan sözlerini) Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!”[6] dedi.
Bu proje için önce Arapça yazı kaldırıldı ve Batıda kullanılmakta olan Latin alfabesi getirildi. Aynı amaç doğrultusunda eğitimde birliğe gidilerek tüm eğitim kurumları birleştirildi, dilde Türkçeleştirilmeye gidildi; hukuk sisteminde, kılık kıyafet alanında, ticaret ve iktisat gibi birçok alanda değişiklik ve yenilik yapıldı. Türk dilinde sadeleştirilme çalışmaları yapıldı, Arapça ve Farsça kökenli kelime ve terkipler dilden çıkarıldı; bunların yerine yeni kelimeler üretildi veya Batı dillerindeki kullanımları alındı. Arapça eğitim veren bütün kurumlar kapatıldı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yayınlanan Kur’ân tercümeleri üzerine ilim çevrelerinde ve basında yoğun tartışmalar yaşanması, konunun meclise taşınmasına yol açtı. Meclisin ikinci seçim döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin müzâkeresi sırasında bu mesele gündeme geldi ve piyasada dolaşan Kur’an tercümelerin durumu hakkında Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bilgi istendi. Bunun üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nı temsilen bütçe müzâkeresine katılmış olan Ahmet Hamdi Akseki, mevcut tercümelerin “muharref/bozulmuş” olduğunu, bu durumun Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ortaya konulduğunu ve kamuoyuna bildirildiğini ifade etti. Bu “muharref” eserleri ortadan kaldırmak için uzman bir heyet tarafından Kur’an’ın tercüme ve tefsir ettirilmesini önerdi.[7] 21 Şubat 1925 tarihinde TBMM'de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçe müzakereleri yapılırken, 61. toplantının ikinci celsesinde Eskişehir Milletvekili Abdullah Azmi Efendi (ö.1937), Diyanet teşkilatının devletin diğer kurumlarıyla hem-âhenk çalışması gerektiğinden bahisle sözü Kur'an tercümelerine getirdi ve Meclis Başkanlığı’na, altında elliden fazla arkadaşının imzası bulunan bir önerge sundu. Önerge, Başbakan İsmet İnönü’de dahil olmak üzere Meclis'in hüsn-i kabulüyle karşılandı ve Kur'an-ı Kerîm’in tercümesi ve tefsiri ile hadîs-i şeriflerin (Sahîh-i Buharî'nin) tercümesi ve şerhi için bütçeye 20.000 liralık bir tahsisat konuldu. Bunun üzerine sevilen ve itimad edilen uzmanlar üzerinde çalışan Diyanet İşleri Başkanlığı, 26 Ekim 1925’te kararını verdi. Tercüme işi Mehmet Akif Ersoy’a, tefsir işi ise Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a tevdi edildi.