O zamanlar o en deli çağlarım, o hayat hep böyle pespembe gidecek zannettiğim, hiç bir sorumluluğumun olmadığı avare yıllarım...
Eve diz kapaklarımın üzerinde yaralarla döndüğüm, dolabı açar açmaz soğuk su şişesine saldırıp sonra hastalandığım, başıma sirkeli bez koyulan, sabahlara kadar başımda beklenen iyileşince sevinilen zamanlarım...
Şenlikli ve muhabbetli yıllarım...
Hayallerimin rehberliğinde koştuğum, büyümekten korktuğum, yapmam gerekenlerin az, oyunların çok olduğu anlarım...
Şimdi neredesiniz...
İnsan birşeyin kaybetmeden değerini anlamıyor...
Sen ne kadar anlatmaya çalışırsan çalış senin yaşadığını yaşamadan kimse sesini senin kadar duyamıyor...
Tıpkı üzerine basılınca dağılan kurumuş bir sonbahar yaprağından kalan kırıntılar gibi kalıyor herşey geride...
Sen o parçaları toplayıp bir daha aynı yaprağı elde etmeye çalışıyorsun olmuyor...
Yaprak sende öylece kalıyor, sana acı veriyor ve yalnız senin duyabileceğin bir melodiye dönüşüyor tüm kaybettiklerin...
Dokunmak istiyorsun dokunamıyorsun ama içinde bir yerlerde birşeyler kopuyor bunu bir tek sen biliyorsun...
İşte acıların böyle bir etkisi var insanda...
İnsana değişik pencerelerden bakmayı er ya da geç öğretiyor bütün kayıplar...
Bugüne kadar bildiğin tüm doğruları değiştirip bugüne kadar yanlış dediklerini doğrulatabiliyor...
O yüzden barışmak lazım acılarla, onları kabul etmek lazım...
Acılar olmasaydı nasıl biz olurduk ki bizler...
Avare yılların oyuna doymamış çocuklarının gözyaşlarını nasıl silebilirdik yalnız kendi gücümüzle...
Yalnızlığın ne anlamı kalırdı acılar olmasa...
Herkes kadar mutlu kimse kadar hüzünlü nasıl olurduk...
O yüzden gelin teşekkür edelim tüm acılarımıza...
Bize hayatı yeniden sorgulattığı için, kendi içimize bizi yeniden döndürdüğü için tüm acılarımızı gelin ayakta alkışlayalım...
Haydi serin halıları tüm acılarınızın önüne, meşaleler dikin yolun başına...
Haydi gelin kucaklaşalım...
Bizi biz yapan acılarımızla...