Birer birer eksiliyor birer birer terki diyar ediyoruz işte, o hiç geçmeyecek zannetiğimiz zaman öyle bir geçiyor ki ansızın yanağımıza deyip geçen ama elle tutulmayan gözle görülmeyen bir rüzgar gibi alıp götürüyor herşeyi...
Tıpkı bugün ailemizin hayattaki en büyüğünü kaybettiğimiz gibi bir bir anıları bir bir yaşanmışlıkları bir bir herşeyi evirip çevirip alıp götürüyor...
Yıllar önce ilk kazıya gittiğimde önümde Geç Hitit dönemine tarihlenen bir çocuk iskeleti duruyordu.
Bronz Çağına yani yaklaşık 4 bin yıl önceye tarihlenen bir iskeletti bu...
Yaşı iskelet boyundan tahmin edilirse eğer 4 ya da 5 yaşlarında bundan binlerce yıl önce zamandaki yolculuğu durmuş, devri daim etmiş üzerinde otlar bitmiş, çiçekler açmış bir tarla sürülürken ortaya çıkmıştı...
Aslında benim de hayatımı şekillendiren zamana bakış açımın temellerini atan bir tarih şaitliğiydi bu.
Düşününce hayretler içerisinde kalıyordum, koca dört bin yıl geçmiş ve bu çocuk önümde öylece duruyordu.
Akşam güneşi belki de dört bin yıldır yine aynı şekilde batıyor sonra yine aynı şekilde doğuyor ve binlerce yıldan geriye işte bu 5 yaşında ölen ancak benden yaşça en az 4000 yıl daha büyük bu gerçeklik kalıyordu...
Eğer koskoca dört bin yıl geçtiyse bana verilen ömür de bir anda geçecek, birisi parmağını şıklatacak ve bende nasıl geçtiğini anlamadan bir anda yaşlanacak, ve geriye dönüp bakınca, hayat dediğin göz açıp kapanıncaya kadar gelir geçer diyecektim...
Yani aslında zamanın kendisi bu anlamda bir illüzyon değil miydi ?
Ve bizler sadece yaşadığımız zamanda hangi sistemin kurallarına göre yaşıyorsak mesela günümüzde bunun adı kapitalizmdir...
Bu sistemin getirdiği zaman algısınımı sadece gerçek zaman olarak algılıyorduk...
Oysaki zaman insanın bulduğu bütün sistemlerden de öte, tüm yönetim şekillerinden de öte, ya da insanın maddi manevi ürettiği herşeyden ve tüm kurallar ve gelenekler bütününden de öte daha üst bir aklın bile sınırlı bir şekilde kavrayabileceği bir olgu olmalıydı...
Böyle bir olgu olmalıydı çünkü kainata baktığımızda bu tabiat sadece insana ait değildi...
Ağaçlar,kuşlar,balıklar,gergedanlar,solucanlar,karıncalar hepsi bizimle birlikte bu tabiatın sahibiydi ve hepsinin tıpkı insanlar gibi geçirdiği süreçlerden sonra belirli bir gelişimleri kendi içlerinde belirli evrimleri vardı...
O halde zamanı sadece insanoğlunun koyduğu dönemsel ve sistemsel kurallarla algılamak sadece zamanın içerisinde kendimizi kandırmaktan ileri gidemezdi...
Oysa zamanın önünde kendinin bir hiç olduğunun farkına vardıktan sonra gerçek zamanın kapıları açılabilir ve ancak o zaman zamana karşı dayanabilen ürünler ortaya koymak mümkün olabilirdi...
Yani dört bin yıl sanki bir anda geçmiş ve insanoğlunun önüne hiç geçmemiş gibi gelebiliyorsa ve her yüz yılda bir,birisi bir düğmeye basıyor ve bütün sıfatlar ve anlamlar el değiştiriyorsa neden hala gelip geçici şeylerin peşinden koşarak bir ömür harcansın...
Neden ihtiras içerisinde ihtişamlı bir hayatın peşinden koşulsun yok olmayacak mıydı ?
Neden daha çok zengin olmak için uğraşılsın o da bu dünyada kalmayacak mıydı ?
Neden en üst makamlara çıkmak için başkalarının üzerine basılsın, bir gün o makamında süresi dolmayacak mıydı ?
Neden insan birbiriyle yarışsın bir gün o yarış son bulmayacak mıydı ?
Bu dünyada satın alınamayan tek şey zamandır...
En büyük hazine ise işte geçen şu andır...
Önemli olan bu anı hakikate çevirerek yaşamak...
O hakikatte kendini kendinde aramak...
Umarım tüm noksanlığımla bir gün ben de bulurum...
Bir gün 4000 yıl önce durduğu gibi saat duracak...
Toprak olacak,ot olacak,kuş olacak,çiçek olacak,arı olacak,bal olacak...