Elimde bir fotoğraf makinası bulunsaydı, hane sahibinin birkaç kere dışarıya çıkmasından bilistifade fotoğrafisini çekmek için vaktim müsait idi.
Bu hususta fırsatı kaçırmış olduğuma esef ettim (üzüldüm). Ertesi günü yine birçok menakıptan bahsedildi. Ve münasebetsiz mânâsız birtakım suallerine cevap vermeye çalıştım, muhabbetimiz uzamıştı. Fırsat bularak Ali ile Muhammed’in hangisinin efdal olduğunu sordum. Muhatabım burada fazlaca düşündü. Bunların her ikisinin birer kabahat işlediklerini ve yekdiğerinden kâbil-i tefrik olmadığını (ayırt edilemeyeceğini), biri olmadan diğerinin olmayacağını bahsettikten sonra anlaşılmayacak derecede hafif bir sesle bir şeyler mırıldandı ve nihayet dedi ki: “Bana öyle geliyor ki Adem ne ise Musa da odur. Musa ne ise İsa da odur. İsa ne ise Ali de odur.”
Hazreti Muhammed’in kabahati Hazreti Aişe’yi almak meselesi olduğunu itiraf ettiyse de, Hazreti Ali’nin kabahatini bir türlü söylemedi.
Namaz, oruç hakkındaki fikrini sordum: “Kime farz ise o kılsın” cevab-ı muhtasarıyla (kısa cevabıyla) mukabele etti. Kur’ân on cüz iken nasıl olup da otuza iblağ edildiğine dâir olan sualine karşı cevap vermedim. O da izah etmedi.
Yukarıda işaret ettiğim yerde duran kitap onlarca kıymetsiz addettikleri (saydıkları) ilaveli Kur’ân olsa gerek. Bunların tenasuha (reenkarnasyona) kâil (inanmış) ve ulûhiyetin hâşâ Hazreti Ali’de tecelli ettiği itikadında oldukları anlaşılıyor. On iki imamı takdis ederler. Müstakil kitapları yoktur. Denilebilir ki Tahtacılar da müstakil ve malum olan bir tarikat yoktur. Her gelen muhtelif tarikata mensup meşayıh (şeyhler), itikatlarına birer şey ilave etmiştir. Tarikatlarında Şiilik, Cağferilik, Batınilik ve celî (kaba) bir surette hulûl (Tanrının bazı kişi ve eşyaya girip cisimlenmesi) ve tenasüh vardır ki körü körüne bu tarikat halitasına (çılgın karışımına) sâliktirler ve dinleri eizzeden eizze (ululardan ululara) intikal etmektedirler. Bektaşilere ait ve Hazreti Ali hakkında yazılan mübalağalı menakıbı hâvi (içeren) kitapları seve seve okurlar.
Bunlarda oruç ve namaz olmadığı gibi şarap ve rakıyı helal diye içtikleri itiraflarıyla sabittir. Hanelerinde abdesthane bulunmayıp abdest bozarken beraberinde su götürmedikleri mâre’z-zikr vekayiden (daha önce zikri geçen olaylardan) anlaşıldığı halde, gariptir ki, birisinin vuku’-i vefatında bir kısmı herhalde bir hoca bulup bildiğimiz vech üzere merasim-i diniyyeyi yaparlar. Bir kısmı ise doğrudan doğruya kendileri yani babalarına ve bulunmazsa vekiline yıkatarak gömerler. Mevta için acı acı bağırmak âdetleri câridir. Sıkıştıklarında abdest alarak namazda kılarlar. Muaviye’ye, Yezid’e ve Mervan’a bol bol lanet ederler. Ebubekir, Ömer ve Osman hazeratını hiç sevmezler. Tekkelere, yatırlara, rüyaya fevkalhad (haddinden fazla) itibar ederler. Türbelere fazlaca kurban keserler. Yemekten sonra sinilerden gizli olarak teslis işareti (Hıristiyanlık'ta Tanrı'nın üç benlik -baba, Hz. Îsâ ve Rûhü'l-kudüs'ten- ortaya çıktığına inanan üçlü Tanrı anlayışı, üçleme) yaptıklarını -tûl-i müddet (uzun müddet) köylerinde kalan- bir Sünnî ifade ediyor. 9 Nisan 1926
Antalya Türk Ocağı Tarihi Encümeni Reisi ve Müze Müdürü Süleyman Fikri, “Teke Vilayetinde Tahtacılar”, Türk Yurdu Mecmuası, Mayıs 1927, cilt 5, numara 29, s. 487-88