En çokta babamı rüyamda gördüğüm zaman canlı gibi oluyordu, rüyadan uyanınca hala yaşıyor zannediyordum ancak bu mutluluk çok kısa sürüyordu birden aklına artık olmadığı gelince ne yapacağını şaşırıyorsun, yüreğinin ortasına bıçak gibi saplanıyor bir acı, elini telefonuna atıyorsun bir arayayım diyorsun, ilk zamanlar açar umuduyla aradığım olmuştur ama nafile kimse çıkmıyor telefona...
Ölüm dediğimiz şey malesef bu kadar gerçek işte...
Ben kendimi güçlü bir insan olarak görürdüm, beş kuruşsuz kalsam bir şekilde çalışır çabalar kimseye muhtaç olmadan hayatta kalabilirim gibi gelir, ya da bir sorun mu var ortada bir şekilde sabrederim ya da çözüm üretirim, yani soruna sorun odaklı değil son tahlilde nasıl çözüm bulurum diye yaklaşırım, çalışmayı çok severim, beni mesela git Konyaaltı Sahiline bırak,başımada bir şemsiye dik, elimede ver bir kitap,1 2 saat sonra sıkılırım, mutlaka birşey üretmem lazım...
Hayatında varlık gördükten sonra , iflas,doğal afet v.b şeyleri yaşayan insanlar daha mı cesur oluyor hayata karşı onu da bilmiyorum...
Ancak söz konusu ölümse çareler çaresiz kalıyor hiç bir şey yapamıyorsun.
Ölümün bir doğa kanunu olduğunu hatırlıyorsun sonra, aslında hepimiz bir gün ölmek için doğmuyor muyuz, doğduğumuz an başlamıyor mu ölüme giderek yaklaşmamız diyorsun...
Gerçekten de olaya üstten bakmak rahatlatıyor biraz olsun insanı...
Kainatın içinde bir kum tanesi bile değilken doğa kanunlarının şaşmaz ve yanılmaz kuralları benim için neden özel bir uygulama yapıp ölümle beni tanıştırmasın ki deyip gülüyorsun.
Bugün olmasaydı yarın olacaktı, yarın olmazsa bir gün mutlaka olacaktı diyorsun...
İlk zamanlar kabullenmek çok zor oluyor ölümü, babanın helvasını önüne koyuyorlar mesela, ne yapıyorsunuz ya siz ölmediki diyorsun, resmen inkar ediyorsun, daha sonra bu kaçış kızgınlığa bir öfkeye dönüşüyor, hafif bir intikam duygusuyla karışık sinirli asabi bir insan oluyorsun, ama benliğin sürekli bir mücadele içinde, daha sonra yavaş yavaş kabullenme başlıyor, onun olmadığını kabul etmeye başlıyorsun, işte bu kabulden sonra beynin artık yorulmuş oluyor, sürekli kontrol ettiği ve uyanık tuttuğu vücudunu birden bire bırakıveriyor ve depresyon belirtileri başlıyor, içinden hiç bir şey yapmak gelmiyor, evin ufak tefek işlerini yapmak bile sana öyle zor geliyor ki, günlerce hatta aylarca süren uyku hali, alınan kilolar, düzensiz beslenme ve bir sürü seni çok seven ancak acını tam olarak anlayamayan insanların tavsiyeleri...
Ölüm sonrası bilindik toplum ritüellerine aykırı davranırsan zaten bir kere daha yalnızlaşıyorsun ve ötekileştiriliyorsun...
Bu süreçte yaşadığımız toplumun ne derler sorusuna bu kadar bağlı olarak yaşadığını da çok iyi anladım...
Acını bile istediğin gibi yaşamaya çalışırken seni ötekileştirdiğinden haberin olmadığı bir sürü insan oluyormuş mesela çevrende...
Hep düşünürüm bunu, insanlar neden birbirlerinin yaptıklarıyla ve yaşamlarıyla bu kadar ilgilenirler...
Heleki günümüzde insanoğlu ,en neşeli anlarını, yediği yemekleri,gittiği tatilleri birbirinin gözünün içine sokmaktan garip bir şekilde haz alırken, insan acısına karşı nasıl bu kadar yabancılaşabilir, insan acısına karşı neden dik durmak ve onu saklamak zorundadır diye düşünürüm...
Galiba bu da bize öğretilmiş ve sorgulamamız gereken bir davranış şekli...
Erkek olmanın acı saklamaya dönük bir güçlülük ıspatı var, hani derlerya kan kussan kızılcık şerbeti içtim diyeceksin...
Ama kime karşı ve neden bunu yapayım ki...
Kan kusarken neden kızılcık şerbeti içtim diyeyim...Mutluymuş gibi görüneyim...
Bu benden dolayısıyla özümdem birşeyler koparıp götürmez mi ?
Mesela acıya karşı zayıf insan dese sana toplum ne olur ki...
Ne kaybedersin...
Ya da acıya karşı duyarlı ve gizleyici olsan ne kazanırsın...
232 tane ülkeyi gezen arkadaşımla sohbet ederken;
Dostum dünyayı gezdim ancak ne derler diye yaşamanın bu kadar güçlü bir şekilde hissedildiği bir ülke daha görmedim diyor.
Enteresan olansa kendisini modern,burjuva,sosyete olarak adleden ve topluma örnek olarak görünmeye çalışan kesim bunu çok daha fazla yapıyor yani birbirini çok daha fazla takip ediyor diyor...
Hemen aklıma Stephan Zweig'ın o müthiş kitabı Avrupadan Notlar geldi...
Aynı cümleler rönesans Viyanasında da vardı...
Kimisi amma abarttı diyor, bir diğeri hak veriyor, birisi beylik cümleler kuruyor, bir diğeri öyle olmaz böyle olur diyor, uzun lafın kısası yaşamadan kimse anlamıyor...
Bir de her insanın acıyı da mutluluğu da yaşama şekli nasıl aynı olabilir bu mümkün bir şey midir ?
Yani bu dünyadaki mutluluk ve acı tüm insanoğlunun üzerine eşit ya da homojen bir şekilde nasıl dağılabilir ?
Her insanın acısı da mutluluğu da ve bunları yaşayış şekli saygı duyulası değil midir ?
Yani her ölümüm bir doğumu müjdelediği gibi, her doğum da bir ölüm değil midir ?
Çok sevdiğim o müthiş örnek...
Beyazın beyaz olmasını sağlayan üzerine düşen siyah nokta, siyahın siyah olduğu da üzerine düşen beyaz noktadan değil midir ?
Bu yüzden ve herşeye rağmen hayatın bize verilen bir hediye olduğunu unutmadan yaşamalı insan...
Anların kıymetini bilerek ve nasıl mutluysa öyle yaşamalı, kimseyi yargılamadan, yargılardan uzak ve kendince...
Acısı da kendi gibi olmalı mutluluğuda...
Ne derler diye yaşamamalı insan...
Çünkü zaman çok hızlı ve hayat ise çok kısa...