‘İnsan yükü ağırdır’ demiş atalar..
Yaşadıkça, yoruldukça, kırıldıkça anlıyoruz, meğer gerçekten de en ağır yük insanmış insana…
Oysa…
Anne bebeğini dokuz ay karnında taşır. Haftalarca, aylarca çeşitli rahatsızlıklar, sıkıntılar yaşar ama hiçbir zaman yakınmaz.
Çünkü sevilen bir varlığın zahmetini çekmek ağır gelmez insana…
Baba oğlunun sevgisini yüreğinde taşır. Onun bütün taşkınlıklarına, karşı çıkmalarına, isyanlarına, verdiği zahmete hep sabreder.
Niye?
Çünkü baba seven kişidir. Ve seven kişi sevdiği için zorluklara katlanabilendir…
Küçük bir kız çocuğu görürüz bebek kardeşini taşımaya çalışır. Ola ki, “Yükün ağırmış” demeye kalktığınızda aldığınız yanıt “O yük değil benim kardeşim” olur…
Eğer sırtındaki sıradan bir eşya olsaydı küçük kız bu ağırlığa katlanır mıydı ?
Katlanmazdı…
Ama o sevdiği bir varlığı, kardeşini taşımaktadır ve bu yüzden ona ağır gelmez…
Eğer kişi seviyorsa sırtındaki yükü bir pamuk hafifliği ile kaldırır ve aşılmaz zannedilen engelleri bir bir aşar. Zorlandığı zamanlar olur elbette. Belki kimi zamanlar dizinde derman kalmaz, yorgunluktan bitap düşer ama kişi taşıdığı şeyin yük değil sevgi olduğunun farkına vardığında sabrı, dayanma gücü kat kat artar.
Bugün eğer ataların dediği gibi ‘İnsan yükü ağır’ geliyorsa bizlere, demek ki sevgi eksikliğimiz var. Demek ki, sevgiden mahrum hayatlar yaşıyoruz.
Keza, bunun somut örnekleriyle hemen her gün karşılaşıyoruz. Oyuncağını kardeşiyle paylaşamayan çocukların didişmelerine şahit oluyoruz. Komşusuna tahammül edemeyen insanların şikayetlerine, kavgalarına tanıklık ediyoruz. İşçisinin emeğini sömüren patronları, menfaati için yakınlarını bozuk para gibi harcayan dalkavukları sıklıkla görüyoruz. Sokaklarımızdan adeta nefret selleri akıyor. Kimse kimsenin yükünü taşımak istemiyor. Sevgiden mahrum olan kişi başkaları için yapılan fedakârlığı ‘ahmaklık/salaklık’ olarak görüyor.
Anlayacağınız bütün mesele ‘sevgi’de düğümleniyor.
Sevgisizlik salgın bir hastalık gibi toplumumuza sirayet ettiğinden, insan yükü ağır geliyor hepimize…