Sevgili okuyucu;
Yazmayalı çokça zaman olmuş. Araya bütün dünyayı sarsan koskoca bir virüs girmiş, araya mesafeler, yılgınlıklar, korkular, endişeler, felaket tellalları girmiş. Araya “mesele virüs değil hâlâ anlamadınız mı mesele iktidarı yıpratmak” salyaları dökülen ağızlardan yükselen haykırışlar girmiş. Araya “saray, saltanat, sayıları gizliyorlar, zatürre deyip geçiyorlar, ölenlerin sayısı açıklananın kat kat üstünde, sağlık sistemimiz çok kötü, beceremediler” gibi sonsuza uzayan yüzyıllık teraneler girmiş. Ama biliyor musun ben bu araya girenlerden söz etmeyeceğim sana. Bu cümleleri senin sağduyulu aklına ve gören gözlerine havale edip aramıza giren güzellikleri anlatacağım sana.
Sarılmayı bilir misin? Sahiplenmeyi, sahiplendiğinde sadık kalmayı? Bölünebilir misin ikilere, üçlere, gerekirse binlere? Yapabilir misin? Gerçekten sevebilir misin? Sevmenin demesi olmazmış. Mesafeler sevgiyi derinleştirir, kıymet bilinmesi gerekenleri hatırlatırmış. İnsan evini, ailesini, komşusunu, mazisini, geleceğini, ülkesini, hiç tanımadığı insanların hiç tanımadığı dünyalarını anlamaya çalışırmış mesafeler girince araya. Biliyor musun insan, mesafelerle yüzleşince çocukluğundan çıkıp gelen seslere aşkla bakarmış: “Ekmekçi geldi, pideci geldi, fırından evinize.” “Evde kalın sebzeyle kalın. Sebzeci geldi, sokağınıza kadar geldi.” Sokağı eve, evi sokağa taşıyan mesafeler değilmiş; “her ne durumda olursak olalım biz, birbiri olmadan var olamayan bir medeniyetiz” düşüncesiymiş. Sen, ben değil ille de biz. Anlıyor musun aslında araya bizi biz yapan değerlerin güzellikleri girmiş. Görelim, hatırlayalım ve yaşayalım diye.
Hani o yüzyıllık teraneler var ya insanın gönlünü karartan, işte bu medeniyetin insanı bilir ki sevmek fedakârlık yapmaktır. Ve yine bilir ki uğruna fedakârlık yapmadığı sevgi, yürekte taşınıp da yük edilmez. Öyleyse hümanizmanın bir saçmalığı olarak değil; insan olmanın bir erdemidir diye fedakârca sevmeye ve mesafeleri umutla kısaltmaya devam.
Bu Corona günlerinde araya giren en değerli şey de güzellikler ayı Ramazan-ı Şerif. İnsanoğlunun gönlü yaratılırken tek bir sevdaya dönük var edilirmiş. Ama âdemoğlu dünya hayatında kıblesini şaşırırmış. Aslında bulduğunu sandığı şey aradığı değilmiş. Kimisi bir aşk peşinde, kimisi mal mülk derdinde aldanır dururmuş. Sonra da yorulur, zorlanır, şikâyet eder, keşkeler sıralar, amalı cümlelere sığınırmış. Uzattığı eli tutmayanlara en çok da kadere sallar, bahtına küsermiş. Oysa bilmezmiş ki kavgası uzattığı eli tutmayanla değil; tutmayacak bir ele uzattığı için kendisiyleymiş.
Sevgili okuyucu, biliyor musun kapı mutlaka açılır, sen yeter ki vurmayı bil. Ne zaman açılacağını söylemem zor ama; sen yeter ki o kapının önünde durmayı bil. İşte bu ay, o kapının önünde duracağın en güzel zaman.
Hz. Mevlana diyor ya “aşk bir uçurumdan düşmek gibidir, bunun için sevgiliye ‘yar’ denilir.” Bir dünya sevdasına çok kez uçurumlarla sınanan insanoğlu bilmez ki yâr, Yaratıcının adı olursa ruh sükûna erer. Öyleyse, “aşk dediğin ya Allah'tan gelmeli. Ya Allah için olmalı. Ya da Allah'a ulaştırmalı; yoksa yerle yeksân olmalı.”
İşte tam da bu yüzden Ramazan, sadece oruç tutmak, fitre vermek, teravih kılmak, yardımlaşmak değildir. Hele Ramazan, nostaljik bir hatırlamayla gece yarısı davulcularının sesini “ne otantik” duygusuyla boğmak hiç değildir. Ramazan-ı Şerif aşka açılan kapının tokmağıdır. Hani şu önünde duaya durduğun kapı var ya işte onun tokmağıdır bu ay. Önünde durmasını ve vurmasını bilirsen bak ne güzelliklere açılır.
Sana yazmak, var olduğunu bilmek demek. Bir yerlerde sen var oldukça ey okur, mesafeler güzelleştirir bizi de.