“Fabrikada üretimin sürdüğü dönemlerde onlarca işçinin yemek yediği bölümler günümüzde hayvan ölülerine, işçi çocuklarının gündüz bakımının yapıldığı kreş ise eski evrak ve malzemelere ev sahipliği yapıyor. Fabrikada herhangi bir bakım yapılmadığı için boya ve sıvaları dökülen ya da bazı bölümleri yıkılan duvarlar, taşınma aşamasında sökülen kabloların yanı sıra ofis bölümünde yerlere saçılan evraklar göze çarpıyor. İşçilerin kullandığı kıyafet ve malzeme dolaplarında futbol takımlarının geçmiş sezonlara ait posterleri ile 2003 yılını gösteren takvimler fabrikada zamanın durduğu hissi uyandırıyor.” (Milliyet/2013)
Yeniye o kadar çabuk alışıyor ki insan, eskiyi hatırlamak mümkün olmuyor çoğu zaman. 2013 yılının bu gazete haberi ile başlamamın insana değen çok önemli bir sebebi var. Geçen hafta Türk Ocağı ve Kepez Belediyesi ortaklığı ile düzenlenen Mehmet Akif’e Vefa programında bir sunum gerçekleştirdim. Sahneden indiğimde yanıma yaşlı bir beyefendi geldi. Elini kaldırarak “Hoca Hanım bu devirde hatırlamaktan daha önemlisi hatırlatmak, unutturmamak. Ömrünüz uzun olsun, sağ olun.” dedi. Ben de değerlerimizi yaşatmanın önemine dair birkaç cümle kuruyordum ki ne zamandır havada duran elini elimin üzerine koyarak “Ben yıllar evvel Dokuma Fabrikası’ndan gözyaşları içinde çıktım kızım. Kapanan yalnızca ekmek yediğimiz kapı değildi. Hatıralarımızı, hayatımızı da mühürledik biz o kapıya. Şimdi bugün aynı kapıya yine gözyaşlarıyla gidiyorum. Ama bu sefer elimin değdiği duvarlarda el izimi gördüm diye ağlıyorum. Bizi hala yaşatıyorlar orada. Değerleri işte böyle yaşatmalı.” Beyefendinin bilgelik dolu bakışlarından süzülen o hüzün, hayal ile umut arası o zarif baş sallayış içime dokunuyor. İnsanın bir duvarda el izlerini araması üstelik bunu bulması nasıl bir şeydir?
Ertesi gün hemen değerli dostum sayın Mustafa Özsoy Beyefendi’yi arıyorum. Dokuma’yı adım adım gezmek; yapılan müzeleri, kütüphaneleri tek tek görmek; en çok da insanların el izlerine dokunmak istediğimi anlatıyorum. Seve seve eşlik edebileceğini söylüyor ve buluşuyoruz bir gün sonra Dokuma Park’ın bahçesinde. Anlıyorum ki burası öylesine gezilecek bir alan değil. Burada insanın ta kendisi var. Her adımda yolunuzu kesecek, sizi geçmişle an arasında Tanpınarvari bir sarhoşluğa taşıyacak hikâyeler dolu. Müzeler Koordinatörü Emrah Ünlüsoy’dan yardım alıyoruz. Bütün ilgi ve samimiyetiyle anlatıyor. Binaların, olduğu gibi korunması dikkatimi çekiyor ilkin. Bildiğiniz bir fabrikanın içinde anlar arası yolculuk yapar gibi. “Hocam yenisini yapmak daha kolay olurdu inanın. Başkan Bey’e en başta bu fikrimizi ilettik ama o, eski halini koruyarak bugüne taşıyacağız, dedi. Gerçekten çok zahmetli bir yolculuk oldu.” diyor Emrah Bey. İçimden “Başkan, muhtemelen o yaşlı amcanın gelip kendi el izine dokunmasını istemiştir.” diye geçiriyorum. İnsana anılarını vermekten daha değerli ne olabilir ki?
Yolumuzu Cemil Meriç Kütüphanesi’ne çeviriyoruz. Fabrikanın trafo binası “Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule yani masala, esrara, sonsuza…” diyen Cemil Meriç anısına bir kütüphane olmuş bugün. Kapının dışındaki oturma alanlarında çay içen gençler. Gürültüsüz, koyu bir muhabbetteler. “Herhalde kütüphanenin dışarısı kafeterya gibi kullanılıyor, gençler çay, kahve içip sohbet ediyorlar.” diye düşünürken yanımıza kütüphaneden sorumlu Oğuzhan Ceylan geliyor. Soruyorum merakla, dışarıdaki kalabalığı. “Hocam şu an kütüphanemiz dolu. Gençler içerdeki yerlerin boşalmasını bekliyor. Beklerken de çay içip sohbet ediyorlar.” Boğazımda bir düğüm, üstadın sözü ile sarsılıyor fikrim: “Nereye gidersen git, bulacağın aydınlık, zihninin aydınlığı kadar olacaktır.” Hani, gençler okumuyordu? Hani bu çocuklar kütüphanenin yolunu bilmiyordu? Hani bunlar Z Kuşağı, ALFA Kuşağıydı? Hayır efendim, biz imkân vermiyoruz onlara. Bizim zihnimizin ve hayallerimizin karanlığında, el yordamıyla yol almaya çalışıyor bu gençler. Demek ki siz imkân verirseniz, sizin aydınlığınız güçlüyse onlar bu aydınlığı ışık seline çevirecek güce sahipler. Bu şehirde bir kütüphanenin önünde içeri girmek için bekleyen, üstelik bunu sükûnet ve nezaketle yapan gençleri gördüm ya gönlüm bahar bahçedir, bilesiniz. Biz Oğuzhan’la içeri girerken Mustafa ve Emrah Bey gençlerle sohbete dalmış bile.
Girişte hemen sağ tarafta bir kafeterya karşılıyor bizi. Yer gök kitap. Bu eşsiz güzelliğin ortasında sessizce okuyan, çalışan gençler. Her masa her sandalye dolu ama çıt yok. Bir kitap labirenti gibi. Dolaştıkça her alandan, her konudan kitaplar gözüme çarpıyor. Mükerrer kitap sayısı çok az. Yüz binden fazla kitap olduğunu öğreniyorum. Yer yer duvarlarda ve aralarda cam kutular içinde değerli eserler sergileniyor. 1924 yılı basımı Safahat, 1927 yılı basımı Nutuk, 1938 yılı basımı Moliere’in Cimri’si, 1921 yılına ait Sakarya ve İnönü Muharebelerinin haritaları. Anlıyorsunuz ki amaç sadece bir binaya kitapları koymak değil; geçmişin tozlarını bile cam kutularda muhafaza edecek bir duygu inceliği var burada.
Sonra 1945 yılı basımı Cemil Meriç tercümesi Otuzundaki Kadın’a kalbimi bırakıyorum. Kitap, ilk sayfasında kurutulmuş bir papatya ile öylece bakıyor sessiz bir aşkın orta yerinden. Bir papatyadan yüzlerce hikâye yazıyorum kafamda. Ah! Turgut geliyor, Edip, Sezai toplanıyorlar onulmaz sevdaların içinden. Omuzlarında yüzyıllık bir yorgunluk. Ama en çok da Mona Roza oluyor bir kurutulmuş papatya. Oğuzhan, bu kütüphane için nasıl büyük bir bağış kampanyası yapıldığını, insanların en sevdiği kitapları nasıl aşkla verdiğini anlatıyor. Bir yaşlı adamın kitaplarını verirken bunları almak için günlerce nasıl sırtında yük taşıdığını anlattığını, söylüyor. Anlıyorum, Antalyalılar kendi elleriyle değil; kendi ruhlarıyla kurmuş kütüphanelerini. Bağışçıların adları altın rengi plakalarla çakılmış duvara. İnsanın yalnızca kitaba değil; kendine de sahip çıkışı bu mekân.
Alt kata iniyoruz. Her türlü hızlı aramayı yapıp istediğiniz kitaba ulaşabileceğiniz bir teknoloji kullanılmış. Sıra beklemeden her noktadan arama yapabiliyorsunuz burada. Alt katta zemin yer yer camlardan oluşturulmuş. Trafonun kablolarını, teknik aksamını bazen duvarda bazen de yerde bu şekilde koruma altına almışlar. Siz bir yandan fabrikanın tarihi üzerinde yürürken bir yandan da kitapların kokusunu, sesini, şarkısını duyuyorsunuz.
Çalışma odasına benzer bir yer dikkatimi çekiyor sonra. Bir masa, etrafta kitaplar, yeni açılmış koliler… Masada Safahat, okunmakta olduğu belli. Mikrofonik sesine dikkat ettiğim Oğuzhan’a takılıyorum: “Hayırdır Oğuzhan, burada şiir falan mı okuyorsun kendi başına?” “Yok hocam, ben değil Başkan Bey okuyor.” “Nasıl yani?” “Hocam biz 24 saat açığız. Başkan Bey çoğu gece saat iki gibi gelir kütüphaneye. O sırada yukarıda olan insanlarla sohbet eder biraz. Sonra da iner buraya, yeni gelen kitapları kütüphane için seçer, kitap okur. Bazı geceler de şiir okur.”
Bu büyülü dünyadan dışarı çıktığımda eşyanın da ruhu olduğuna inanan biri olarak mekânın incelik ve nezaket eseri bu yaklaşıma minnet duyduğunu düşünüyorum. Aklımda kalan pek çok şey oluyor ama ikisi son derece önemli. Biri, kütüphane önünde kuyruğa girmiş gençler; diğeri, kitap sevdasını gecelere taşıran bir başkan. “Kitap seven insanı da sever.” diye mırıldanıyorum.
Dokuma Park’taki ikinci durağımız Oyuncak Müzesi… Yolculuğumuz çocukluğunuza… Bekleriz efendim.