Sevgili okurlarım,
“Hocam yazının devamı ne zaman çıkacak?” diye o kadar çok mesaj attınız ki ısrarınıza duyduğum mutluluk ve minnetle senenin son günü geçtim satırların başına. İlginizin sebebini Diyar-ı Bekir’e bağlayıp aşkla devam, diyelim…
Şehirdeki ikinci gün Sur’un yüzyıllık bir sevdaya kapı aralayan daracık sokaklarında başlıyor yine. Duvarlar boyu insan hikayeleri yükseliyor sanki. Evler taş sokaklara bekçilik edercesine iç içe. Soluksuz bir akış var, bir büyü var sizi alıp götüren. Ve biz, bu büyünün içinden çıkamayınca kayboluyoruz bildiğiniz. Ahşap kapıların oymalarına takılı gözüm iki küçük kız çocuğunun gülen gözleriyle buluşuyor sonra. Bir küçücük kızın gülüşüne asırlık bir dostluk, samimiyet, masumiyet nasıl sığarmış, şaşarsınız. Cemil Paşa Konağı’nı soruyoruz. Tarif etmek akıllarına bile gelmiyor, “Biz götürelim.” diyorlar. Sokaklar doluyor, cıvıltıları ve kibarlıkla verdikleri cevaplarla. Küçük kara gözlü olan, adını fısıldıyor: “Beritan.” “Ne olacaksın büyüdüğünde?” diyorum. “Vali gibi bir savcı olacağım.” diyor güçlü bir sesle. Ya validen alıyor gücünü ya savcı olma fikrinden ya da küçücük kalbine devlet sevgisini ve inancını nakşeden sayın Münir Karaloğlu’ndan. Belki sayın valiyi gördü; belki ailesinden duydu ama belli ki bir güven ve bağ kurmuş. O önde biz arkada yürüyoruz Sur’un caddelerinde. Aslında o önde biz arkada yürüyoruz güzel ülkemin güzel geleceğine. Adının anlamına bakıyorum sonra. “Yayla kızı” demek Beritan. Ah güzel çocuk, senin “vali gibi bir savcı olduğun” güzel günlerde dağlarımızda, yaylalarımızda bin bir çiçek açsın.
Kent müzesi olarak misafirlerini ağırlayan Cemil Paşa Konağı’nda Ercan Bey ile tanışıyoruz. Her bir oda Diyarbakır’ın başka bir dünyasına kapı açıyor. Ama en çok Nişo’nun kavalı sarsıyor beni. Çok nadir bulunan çok özel bir kavalmış bu. Bitlis’ten Bağdat’a, Ermenistan’dan Irak’a kadar şöhreti tutmuş bu kavalı ille de Ergani tren garında çalan Hafız Zülfo’dan dinlemek gerekmiş. Yaşar Kemal, Yılmaz Odabaşı’nın yazılarında andığı, Yılmaz Güney’in Sürü filminde yer verdiği Zülfo’dur bu. Ercan Bey, Nişo’nun yaptığı üstelik Hafız Zülfo’nun çaldığı bu kavalı nasıl bulduklarını büyük bir sevgiyle anlatıyor. Burada sergilenen her bir eser Diyarbakır’ın çocukluğu, gençliği, yaşlılığı, kadını, erkeği… Velhasıl şehir geçmişinden çıkıp kurulmuş bu konağa.
Bu sefer yanımızda Diyarbakırlı dostumuz sevgili Sadık. Rotamızı Dengbej Evi’ne çeviriyoruz. Bu muhteşem sözlü kültürü yaşatma adına açılan bu evde her saatte koyu bir sohbet eşliğinde çay içip dengbejlerin muhteşem sesinden yakımlar dinliyorsunuz. Yakım diyorum çünkü halk ozanlarının nağmeli yakımlarını andırıyor. Bir sedire oturuyoruz. Kendimizi tanıtıyoruz. “Antalya’dan geldim.” dediğim anda dengbej ayağa kalkıyor elini kalbine götürüp “Valinin hatırı vardır, başım gözüm üstüne.” diyor. Sayın valiye olan sevgi ve hatır, geldiği memleket üzerinden bile sayılıyorsa bir de “Rizeliyim desem ne olurdu?” diye düşünmeden edemiyorum. Ve başlıyor okumaya. Uzun, ağır, nağmeli okuyor. Hiç anlamıyorum ama hissediyorum ki bu Kürtçe nağmede hazin bir aşk hikâyesi gizli. Gönülden gönle yol böyle bir şey olmalı. Sadık’a soruyorum konusu neydi diye “Kavuşamayan âşıkların hikâyesi” diyor. Sonra Dengbej Ramazan’la koyu bir sohbete dalıyoruz. Ramazan ikinci eşinin Antalyalı olduğunu söyleyince mevzu derinleşiyor. İlk eşi ölünce sosyal medyadan tanıştığı Antalyalı bir kadına sevdalanmış. Karşılık da görünce bizim Ramazan, kızı istemeye geliyor Antalya’ya. Başta kayınpeder damada sıcak bakmıyor. Gurbet elden tanımadığı bilmediği biri. Üstelik zavallı Antalyalı, dengbejin ne olduğunu da bilmiyor. Ramazan’a “Oku bakalım neymiş bu?” deyince başlıyor uzun bir Kürtçe nağme. Talip olduğu kızın güzelliklerini uzun uzun övüyor Ramazan. Tabi Kürtçe okuduğu için bizimkiler anlamıyor. Bir süre sonra kayınpeder “Allahümme salli ala seyyidina muhammedin...” başlıyor salavat çekmeye. Ramazan sözü bitirince kayınpeder ayağa kalkıyor: “Ben böyle Mevlid okuyan görmedim. Allah razı olsun. Kızı verdim gitti.” diyor. Dengbej Ramazan’ın kahkahaları eşliğinde soruyorum: “Peki sonradan öğrendi mi kayınpeder dengbejin ne olduğunu?” Bakışlarından anlıyorum ki bizim Antalyalı hala Mevlidhan sanıyor damadı. Sevgiyle gülümsüyorum. “Merak etme, aramızda.”
Zaman sessiz sakin akıyor bu şehirde, siz farkına bile varmıyorsunuz. Öğleyi geçmişiz. Sadık, benim Diyarbakır’da başlayan et sevgimi duyunca yolumuzu ciğerci Xale Meheme’ye çeviriyor. Kocaman bir ocağın etrafını çevreleyen masalarda, duman altında yeniyor burada ciğer. Gözüm ustaya çevriliyor. Bir ateşin başında maharetle şişleri ocaktan çekip çekip lavaş ekmeklere sarıyor. Sırayla uzatıyor etrafını çevreleyen insanlara. Öyle masada garson sipariş soracak, ne yediniz yazılacak vb. hiçbir şey yok. Ustanın yanı başına oturuyoruz. Garip ama sadece ateş ve et sesi var. Gürültü, insanların sesleri hepsi çekilmiş de ciğere saygı duruşuna geçmiş gibi. Tabi yolu buldum ya hemen “Antalya’dan geldim.” diyorum. İşe yarıyor yine. “Başım gözüm üstüne.” diyor ve hem anlatıyor hem de özene bezene hazırlıyor ustam ciğerleri. Hatta iş büyüyor, o sırada Antalya’da ıspanağa talim eden eşimi görüntülü arıyoruz. Usta onu da misafir etmek istediğini anlatıyor, ciğerleri şişe takarken. Ben anladım dostlar, bu şehirde “Keremke, başım gözüm üstüne ve Antalyalıyım.” diyerek en az bir hafta rahat yaşarsınız. İnsanların misafirperverliğine, kaybetmedikleri o incelikli duygularına hayran olmamak mümkün değil. Kasa başında duran işletme sahibine soruyorum: “Bize adisyon vermediniz. Herkes kaç tane yedik derse ona göre mi ücreti alıyorsunuz? Ya biri de fazla yer, eksik öderse?” “Abla, niye öyle yapsınlar ki. Üstelik giden bizden olsun, üç beş fazla dürümden batmayız. Helali hoş olsun.” diyor. Sorduğum sorudan ben utanıp sevgiyle bakıyorum bu güzel insanlara.
Sonrasında kendimizi On Gözlü Köprü’nün üzerinde dört ileri dört geri halay çekerken buluyoruz. Davulcu vuruyor tokmağı, sular köpürüyor, Kırklar Dağı selam duruyor Hevsel’e, Suzan ve Adil’in aşkı çıkıp geliyor kararan gökyüzünün ışıkları içinden. Sadık uzayan Diyarbakır gecelerine bir sevda türküsü gibi asıyor bu onulmaz aşkı. Süryani kızı Suzi ile Müslüman genç Adil’in hazin hikâyesini bir hüzünlü suskunluk olarak bırakıyoruz Dicle’nin sularına. Kırklar Dağı’nın düzüne inip sesleniyorum sonra: “Ah be Suzan Suzi, Diyarbakır ziyareti çarptı beni ama sen yine de kör olma.”
Gün akşam oldu ama Diyarbakır’da gün yeni başlamış gibi capcanlı. İnsanlar sokakta, parkta, bahçede… Ne bir telaş ne bir korku havası. İnsanların huzuru caddelere de sinmiş gibi. Sadık şaşkınlığımı görüp anlatıyor: “Hocam Gaffar Baba’dan önce akşam sokağa çıkılmazdı buralarda. Onunla yürür olduk Diyarbakır caddelerinde. Şimdi de valimizle gezer, oturur, eğlenir olduk. O yüzden bizler için vali bey ikinci Gaffar Okkan’dır. Allah başımızdan eksik etmesin.” Sadık’ın bu cümleleri önceki akşam o dükkânda karşıma çıkan fotoğrafı anlamlı hale getiriyor. Girer girmez görülebilecek yüksekçe bir yere asılmış yaldızlı bir çerçeve içinde bir polis memuru. Gözlerini uzaklara dikmiş, bu milletin evlatlarının güvenli geleceğine bakıyor sanki. O fotoğraf kalbe sığmayıp duvarlara taşan bir sevginin göstergesi. Bir aile büyüğünün saygıyla baş göz üstünde taşınması gibi.
Diyarbakır’da görülecek daha çok yer, yaşanılacak daha çok hikâye ve aşkla yazılacak daha çok satır var. Bir dahaki buluşmaya kadar bütün güzellikler başın gözün üstüne olsun ey medeniyetler şehri.
“Zaman, Diyarbakır mevsimidir; yolunuzu bu kadim şehre çevirin.” diye turistik bir cümle kurmayacağım. Diyeceğim ki; “Zaman kardeşlik, birlik ve beraberlik mevsimidir; kalbinizi Diyar-ı Bekir’e çevirin.”
Emeğine gönlüne sağlık ablam , sevgi elçisi değerli ablam
Yüreğinize sağlık hocam dediğiniz gibi zaman kardeşlik ve beraberlik zamanı