Sevgili Okur,
Okuyacağın sadece bir gezi yazısı değil; aynı zamanda kalbe inen bir değişim ve dönüşümün de yazısıdır.
Hafif yağmurlu bir Diyarbakır sabahında hava alanından bindiğim aracın içinde başlıyor ilk günüm. Yol boyu genişliği, temizliği, ışıklandırması göz alan caddeler, devasa büyüklükte modern siteler, parklar, sakin trafik… Şaşkınlığımı gizleyemeyerek “Bu ne kadar güzel caddeler, bu nasıl bir şehircilik? Diyarbakır böyle bir yer miymiş?” diyorum yüksek sesle. Şoför, “Devlet sağ olsun!” diyor. “Hizmetlerden memnunsunuz o zaman.” “Neden olmayalım abla. Buralar hep çamur, toz, toprak, viraneydi. Devletimiz Diyarbakır’a bakıyor çok şükür.” Biri Antalya’da “Caddeleriniz güzelmiş.” dese “Evet şehrimiz güzeldir.” der geçeriz. Ama o şoför, devletine aidiyetini vurgulamak istiyor. “Devletimiz” diyor. Hani bazen bir çocuğa, “Üzerindeki güzelmiş.” dediğinizde gururlanarak, “Babam aldı.” der ya. Hani o çocuk size babasının onu ne kadar çok sevdiğini göstermek istiyordur ya, işte öyle bir şey. Ne diyelim, bu ülkede devleti halkına “baba” yapan yöneticiler, var olsun.
Sevgili dostum Hilal ile buluşup başlıyoruz geleneksel Diyarbakır mimarisinin eşsiz evlerini dolaşmaya. İskender Paşa Konağı, Cahit Sıtkı Tarancı ve Ahmet Arif Evi. Bunların ortak özelliği siyah yerel bir taştan yapılmaları. Bu taşların iki çeşidi olduğunu anlatıyor Hilal. Delikli ve geçirgen olanlarına dişil taş deniyor ve zeminde kullanılıyormuş. Yazın sulanan bu taşlar klima etkisi yapıyormuş. Erkek denilen cinsi, sert olduğu için duvarlarda kullanılmış. Konakların ortasında mutlaka havuz olan geniş eyvanları, süslü avluları, daraldıkça genişliyor gibi duran iç içe geçmiş odaları. Ahmet Arif’in çalışma masasına oturuyorum, gözlerimde hasretten prangalar eskitmiş bir adamla kadın buluşuyor. Cahit Sıtkı’ya göre yolun yarısını geçmiş gönlüm, geçmişle buluşmanın garip hazzını yaşıyor.
Yönümüzü hamamdan restoran yapılan bir yere çeviriyoruz sonra. Tarihi bir hamam nasıl şık bir yemek alanı olur, hayretle bakıyorum. Burada her yer tarih. Zaman durmuş da geçmiş âna taşınmış gibi. Sebze seven biri olarak böyle bir şehirde etten başka seçeneğimin pek olmadığını hemen anlıyorum. Menüye bakmadan “Sebze olarak ne var?” diyecek oluyorum garson gözleri büyüyerek ve alaysayarak bakıyor. “Biz onu zaten yanında veriyoruz sen yemeği seç abla.” diyor, çaresiz istiyoruz bir kebap çeşidi. Bir geliyor ki kıymanın içine kuşbaşı et sarılmış bir kebap. Ete et sarmışlar diye dakikalarca inceliyorum. Ama ilk lokmayı ağzınıza atmanızla dünyanın bütün brokolileri, karnabaharları, ıspanakları birden kuzu küşleme oluveriyor. Bir saniyede etçil oluyorsunuz bu şehirde. Reyhan şerbetini Türk kahvesi eşliğinde içiyorsunuz demek istiyorum bu noktada. Zira şerbet uğruna on fincan kahve içerdim inanın. Rayihası Osmanlı mutfağından çıkıp gelmiş de zarif bir duygu olarak gönlünüze dolanıvermiş gibi rahatlamış hissediyorsunuz.
Sur’un her biri ayrı bir hikâyeye açılan dar sokaklarında kedilerle dostluk kurarak uzayan yolumuz Süryani Ortodoks Meryem Ana Kilisesi’ne çıkıyor. 3. yüzyılda kurulan bu kilise Süryanice yazıları, kakmalı kapıları, ahşap işlemeli mihrapları, değerli eserleri ve sevgili dostumuz papaz yardımcısı Saliba Açiş ile karşılıyor bizi. Bütün içtenliği, güler yüzü ve samimiyetiyle anlatıyor Saliba. Aziz Mor Afrem’in 303’te bu kilisede vaftiz olduğunu, Aziz Mor Yakup’un 309’da burada yapılan bir sinod kararıyla Nusaybin episkoposluğuna yükseltildiğini, Süryani edebiyatının önemli isimlerinden Suruçlu Mor Yakup ve başka önemli azizlerin burada yaşadığını, kilise duvarlarına gömülen bazı önemli patrikleri, ayinleri, 20 kişilik mütevazı Süryani cemaatini ama ille de bu topraklara, bu devlete sevgi ve dostlukla bağlı olduklarını vurguluyor. İki de bir sözünü “Sevgili Papaz” diye kesip bir şeyler soruyorum. Her seferinde henüz papaz seçilmediğini, yardımcılık makamında olduğunu söylüyor ve bıkmadan sorularımı cevaplıyor. En sonunda vedalaşırken yine “Papaz” diyorum bilerek. O, “Ben papaz değilim.” demeden ekliyorum “Sen bizim gönlümüzün papazısın sevgili Saliba. Bu topraklarda sevgi ve bağlılıkla yaşayan her topluluk başımızın tacıdır.” diyorum. Nezaketle gülümsüyor, elini kalbine götürüp “Başım gözüm üstüne.” diyor.
Garip bir kardeşlik duygusuyla önümde genişleyen Sur yolları Ulu Cami’ye götürüyor bizi. İlk ezanın okunduğu, bir sürü medeniyete ev sahipliği yapan bu kutsal mekân, bir kardeşlik anıtı gibi tüm heybetiyle açılıyor ruhumuza. Yol boyu dikkat ediyorum her yerde bir restorasyon çalışması var. Yüzü gülüyor Diyarbakır’daki tarihin. Her döneme her insana her dine koşulsuz bir sahip çıkışa rastlıyorsunuz burada. Restore edilen Saint George Kilisesi bunun en canlı örneklerinden. İç Kale adeta bir bahçe gibi halka açık. Bir yanda tarihin koynunda düğün fotoğrafı çektiren çiftler, bir yanda çoluk çocuk Hevsel Bahçelerine karşı çay içen aileler, ziyaretçiler, okuma etkinlikleri yapan gençler… Hayat gelip kurulmuş İç Kalenin içine. Bir çay da biz içiyoruz sonbaharı sarı bir dostlukla karşılayan Hevsel’e karşı. Aklıma birden Fiskaya düşüyor. Ziya Gökalp’in Malta’da sürgündeyken sevgili eşi Vecihe’ye yazdığı mektuptaki cümlelerini hatırlıyorum: “Sevgili Zevcem, ben burada kendimi Diyar-ı Bekir’de sanıyorum. Fiskaya’sı gibi yüksek mevkideyiz. Karşımda Dicle’yi, bostanları, Kıtırbıl’ın ardındaki yamaçları görüyorum. Sanki Fiskaya’sının üstündeyim. Etrafıma baktıkça Diyar-ı Bekir’i, oradaki evimizi, evimizdeki bahtiyarlığımızı hatırlıyorum.” Hilal götürüyor beni Fiskaya’yı görme sevdama dayanamayıp. Büyükşehir Belediyesi cam bir teras yapmış hemen Fiskaya’nın bağrına. Kendini boşlukta hissedercesine uzun bir Dicle manzarası gecenin mor, kırmızı, yeşil, beyaz ışıklarıyla aydınlanıyor önünüzde. Gün bitmiş Diyar-ı Bekir’de ne çıkar; geceler bu şehirde yeni bir sevdaya kapı aralar.
(Suzan Suzi, Dengbej Ramazan, küçük yayla kızı Beritan, ikinci Gaffar Okan, Nişo’nun yaptığı Hafız Zülfo’nun çaldığı kaval, ah bu sefer Ciğerci Xale Meheme… Onlar da ikinci yazımın konusu olsun. Diyar-ı Bekir Mevsimi’nin ikinci yazısı ile en kısa sürede buluşmak dileğiyle.)
Yüreğinize kaleminize sağlık hocam inş en kısa zamanda yine bekleriz
Yüreğinize sağlık hocam