Madrid Büyükelçiliği yıllarında bir gün Yahya Kemal’e Türkiye’nin nüfusunu sormuşlar. Hiç düşünmeden “80 milyon.” demiş üstat. Davetlilerden biri, “Efendim bu günlerde bir gazetenin verdiği bilgiye göre ülkenizde nüfus sayımı yeni yapılmış. Toplam nüfusunuz 15 milyon imiş.” diye istihza dolu bir bakışla düzeltmiş. Büyük şair, yine hiç düşünmeden cevap vermiş: “Ben şehitlerimizi de saydım. Cevabım doğrudur. Zira biz onlarla bir arada yaşarız.”
Bu topraklar bir kendi için ölenlerle bir de ölenlerine hürmetle bağlı kalanlarla ayakta durur. Vatan için ölmek ne kadar kutsalsa bu uğurda can vereni diri bilip yaşatmak da o kadar kutsaldır. Emrah Bey’in bir kahve arası “Başkan Bey, Şehitler Müzesi’ni Dokuma Park’ın tam ortasında istedi. Ölçelim bakalım hocam tam merkeze denk gelir müze. Şehitlerimiz kalbimizin tam ortasındadır çünkü.” demesi bu toprak uğruna düşen her kan, yere değil gönle iner fikrinin yansıması gibi. Sayın Tütüncü’nün Şehitler Parkı’na yaptığı bir ziyarette bu fikrin geliştiğini öğreniyorum. Anlıyorum ki Başkan, “Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” diyen ecdada karşılık genç neslin “Toprak, uğrunda ölenler yaşatılırsa vatan kalacaktır.” diyebilmesi için bu fikri hayata geçirmiş. Unutmak en ağır kaybediştir, bilmeli ve bildirmeliyiz. Bu yolda atılan bu değerli adıma duyduğum saygı ve minnetle sevgili Melis’i de yanıma alıp ağır adımlarla ilerliyorum Şehitler Müzesi’ne.
Daha girişte öyle derin ve sessiz bir ağıt karşılıyor ki sizi ister istemez sükût edip saygı gösteriyorsunuz. Sanki konuşsanız şehidin ruhu incinecek. Karşı duvarda şehitlerden kalan giysi ve eşyalara bakan yaşlı bir çift gözüme ilişiyor. Beli biraz bükülmüş teyze eşinin koluna daha sıkı sarılmış. Gördüklerinin ağırlığı, buğulanan gözlerine sığmamış da yıkılmamak için kocasına dayanmış sanki. Amca kim bilir hangi askerlik anısını hatırlamış da gururla bakıyor anlı şanlı bayrağımıza. Oğlu asker doğar, kızı asker doğurur bir millettir bu. Ne kadar saygı duysak az.
Sol yanımızda Malazgirt’le açılan kapıdan giriyoruz tarihimizden içeri. Bir ömürlük sevda gibi duran İstanbul, sonra kalpte yara misali karın ayazına bulanmış bir Sarıkamış, kağnı önünde Şerife Bacı, Kara Fatma… Ok uçlarından kılıçlara, silahlardan kale kazanlarına, boş kovanlardan mermilere, ilk yardım çantalarından mataralara, siper küreklerinden ilk dürbünlere, mayınlardan makasa iğneye kadar öyle çok şey sergilenmiş ki… Her şey sizi o günlere götürmek için.
1.Dünya Savaşı’ndaki cephelerimiz ve Çanakkale. Bir metrekareye 6000 merminin düştüğü, havada çarpışan mermilerin vınlamalarının asker yolu gözlemeyen anaların kulaklarına çarptığı bir savaş. Öncesi yok, sonrası yok. Şehit vereceğini bilmek ve yol gözlememek, şehit olacağını bilmek ve kendi cenaze namazını kılıp savaşmak… Evet tıpkı müzede, Çanakkale’den getirilen o toprağın üzerindeki cama yazdıkları gibi: “Daha önce ve daha sonra yaşanmadı böyle bir savaş.”
Sonra yakın tarihe bir bakış. “Ayşe tatile çıksın.” talimatıyla Kıbrıs Barış Harekâtı, 15 Temmuz hain darbe girişimi ve terörle mücadelemiz. Sonra Antalyalı şehitler. Melis sessizce işaret ediyor şehitler duvarını. İlkinden sonuncusuna kadar, duvarın en tepesinden aşağıya kadar sıralanmış Antalyalı şehitlerimiz. “Gönül istemez ama…” diye gösteriyor Melis, duvarın alt kısmının boş bırakıldığını. İkimiz de biliyoruz, biz bu coğrafya için “Kefenini giyip yola çıkmış” bir toplumuz. Liderinden kundaktaki bebeğine kadar kaç duvar dolarsa dolsun yeter ki vatan sağ olsun.
Şehitlerimizin ailelerinden alınmış uzun bir vitrin içerisinde sıralanmış o emanet eşyalara bakıp da duygulanmamak mümkün değil. Dokuma Park müze gezilerimde fark ettiğim şey burada da korunmuş: İnsan. Başka şehit müzelerinde pek görmediğim bu eşya sergileme yaklaşımı gönlümün orta yerine kuruluyor. Kaç dağ yolunda binlerce anne sızısı eskitmiş bir postal, nişanlı yolu gözleyen kaç genç kızın rüyasına giren o üniformalar, kim bilir kaç yetim evladın bağrına basacağı babasının resminin çıktığı gazete sayfaları, saatler, kemerler, daha neler neler. Ama ille de kocaman bir yumru gibi gelip boğazımıza dayanan Şehit Ali Yılmaz’ın çorapları. Şehit olduğu toprak, hâlâ içinde… Bir çift çorap geriye kalan. Hangi ağıt anlatır, hangi güzel söz tasvir eder. Tüm edebiyatçılığımı, tüm edebi sanatları, tüm teşbihleri, istiareleri alıp bir tek çorabın önüne yığıyorum. Kelimelerim düğüm düğüm, satırlar yutkunup durmada.
Ve o odanın önünde kalbimi bırakıyorum. “Kayseri Jandarma Komando Özel Harekât Tabur Komutanlığı emrinde askerlik görevini yapmakta iken 06 Eylül 2000 günü Tokat-Büyükalan Tepe bölgesinde teröristlerle çıkan silahlı çatışmada oğlunuz J. Komd. Onb. Çetin Çakmak…” Cümlenin devamını okumaya gönlüm razı değil. Gücüm de yok. Antalyalı şehidimiz Çetin Çakmak’ın odası, olduğu gibi müzenin bir köşesine taşınmış. Tanımasanız da Çetin Çakmak sizin ağabeyiniz oluyor, kardeşiniz oluyor, yatağının başında ağlayasınız geliyor saatlerce. Ahşap tabanına iki küçük halı atılmış, tül perdelerin gerisinde kim bilir hangi yeşil manzaraya bakan bir pencere, yatağının baş ucuna asılmış bir Antalyaspor forması, gardırobunu ve duvarları süsleyen futbolcu resimleri, askerden yolladığı fotoğrafları. Arka fonda askerler, Türk bayrağı, başında bere, en keskin bakışı ile poz vermiş. “Canım Babam” diye yazılmış altına. Yere göğe, kurda kuşa, dağa taşa, sıcağa ayaza nam olsun diye mertçe duruyor solgun bir fotoğrafın gerisinde. Yerde küçük bir ısıtıcı, anacığının hürmetle koyduğu içi yünlü bir ev terliği, sehpanın üzerinde küçük bir radyo, bir de ufak ayna. Kapının ardındaki tel askılığa takılmış bir deri ceket bir de kot pantolon. Belli ki nişanlı. Yatağının başucundaki sehpada yâre yazılmış birkaç satır, kalp konulmuş üzerine.
Oda hepimizin odası gibi. Eşyalar aynı, duygular aynı. Kendi evinize bakar gibi bakıyorsunuz her bir nesneye. Ama ya acı. İşte o çok farklı. Kocaman bir yürek yangını odanın ortasına dağılmış gibi. Bir ana feryadı, hasret yüklü bir ince çığlık gibi nişanlı sedası ve derin bir suskunluk olup çökmüş bir baba hüznü. Nasıl biter, nasıl hayat kaldığı yerden devam eder? Emrah Bey’in cümleleri beynimde dönüyor:
“Hocam bu müzeyi kurarken pek çok şehidimizin ailesine ulaştık. Bizlere emanet edebilecekleri eşyaları istemek için. Evlatlarından kalan anılara öyle sarılmışlar ki vermeye kıyamadılar. Bir baba oğlundan kalan tek şey olan bir saate sarılıp, ‘Bu benim oğlumun tabutu, nasıl vereyim?’ dedi. Bir başkası ‘Oğlumun kokusunun olduğu tek şey bu tişört. Ne yaparım ben?’ dedi. Nihayet Çetin Çakmak’ın ailesine ulaştığımızda Enver Babamız ‘Bu vatana en değerli şeyimi vermişim ben. Oda ne ki evi alın götürün.’ Ayşe Annemiz ‘15 gün sonra geleceğim dedi gittiydi. O gün kapıyı bir kapattım, yıllar geçti açmadım. Alın orada açın kapısını.’ dedi. Biz de odanın ölçüsü, duvar rengi, kapısı, perdesi her şeyiyle birebir aynısını yaptık buraya.”
Sonra gözüm çekmecelerin kırık kulplarına takılıyor. Biliyorum ki elbette belediyenin o kulpları tamir etmek aklına geldi. Ama öyle bir incelik yatıyor ki burada. Bir şey diyor bize o kırık kulplar: Bu toplum ne yoksulluğa yerinir ne de varlığa sevinir. Bu millet için tek yoksulluk ve yoksunluk vardır: Vatan. Ey asil Türk milleti bu topraklardaki varlığın daim, evlatların kaim olsun.
Şehirler de canlıdır, nefes alırlar, konuşurlar, gülerler, ağlarlar. Peki ya kalpleri? İşte Antalya’nın kalbi, ona soluk aldıracak, yıllar boyu nefesini geleceğe taşıyacak yer tam da burası. Oyuncak Müzesi, Kent Müzesi ve nihayet Şehitler Müzesi. Sayın Hakan Tütüncü’nün bu eserlerdeki medeniyet algısını, şehre bakışını ve tasarrufunu ayrı bir yazı konusu olarak ele alacağım için bu noktada önemli bir isme daha yer vermek istiyorum.
Müzelerin küratörlüğünü yapan sayın Prof. Dr. Nevzat Çevik Hoca. Dar zamanları genişleterek, olmazların peşinde koşarak, Tanrı ve insanın elinin değdiği bu toprakları, bu medeniyeti ve insanları en çok da insana değerek anlatmak adına ciddi bir emek ve gayretle çalıştıkları ortaya konulan eserlerden belli. Bir meslektaşı değil bir Antalyalı olarak kendisine diyorum ki: “Torunuma bir hikâye anlatsaydım Antalya diye, herhalde böyle anlatırdım. Geleceğe bizden bırakılacak en güzel cümlelerin ta kendisidir anlattığınız hikâyeler.
Müzelerinizde kurgulanmış bir geçmiş değil; insanın öyküsünün ta kendisi var. Bu yüzden var olun. Antalyalılar gibi onlar adına da teşekkür ediyorum size: Allah oğullarınızla oba, gelinlerinizle aile ede, ayağınıza yavuz taş değdirmeye.”