“Karagöz’üm iki gözüm, ömrümü yoluna revan ettiğim, yarenliğini şerbet niyetine içtiğim… Gelip geçme şu dünya denen gölgelikten, uğra bir nefeslik viranemizin eşiğinden…” diye kapının önünde öylece sesleniyor Hacivat. Karagöz ise “Yar bana bir eğlence medet…” diye dolanıp duruyor oyuncak müzesinin girişinde. Bina şekerden yapılmış gibi. Ah zavallı Hansel, ne çektin yahu. Hepsi şeker sevdan yüzünden. Çatıdan Peter Pan sarkıyor. Arı Maya neşeyle vızıldıyor Konuşan Ağacın dalları arasında. Bu neşeyle giriyoruz içeri.
Tek parmağı üzerinde nasıl döndüğünü bir türlü çözemediğimiz bir rüya gibi incecik bir müzik kutusu sesi yayılıyor bütün mekâna. Aşk işte bu ahenkte vuruyor tel tel… Sol yanda İngiltere, Amerika ve Türkiye’den alınan iki raf oyuncak ile başlıyor hikâye. Arabalar, Legolar. 1970’lerden kalma. Özellikle Türkiye etiketi olanlar diğerlerine göre daha özenli geliyor bana. Öyle gösterişli değil. Ama sanki oynanmaya kıyılamamış da pırıl pırıl muhafaza edilmiş gibi. Rafın ortasında yeşillikler içinde bir çocuk. “Herhalde bu çocuğun oyuncakları.” diye düşünürken ceketimden biri çekiştiriyor. Dönüyorum. Yanı başımda ışıl ışıl gözleriyle gülümseyen kısacık saçlı bir kız çocuğu. Pembe kazağına eşlik eden kırmızı örgü süveterinin cepleri bilyelerle şişmiş, basma pijamasındaki çiçeklerden her biri Toroslardan salınıp gelmiş de masumiyetinin ortasına konmuş gibi. Dizlerindeki yaralardan belli yine mahallenin oğlanlarıyla top peşinde koşmuş. Küçücük avuçlarındaki kına türkü türkü doluyor ruhuma… Tutuyorum elini birlikte geziyoruz. Az önceki fotoğrafın sayın Hakan Tütüncü’ye ait olduğunu okuyunca Türk oyuncaklardaki özen anlam kazanıyor. Gurbet, bir çocuğa ne söyler bilir misiniz? Bir oyuncak vatanın ta kendisi olmuştur da çocuk, eskimesin diye onunla oynamaya kıyamamıştır. Öyle havalı, markalı da değillerdir aslında. Ama vatan kokar, millet bağırır işte. Sonra bir şeyi daha fark ediyorum. Başkan bey de kendi çocukluğunun elinden tutmuş öyle kurmuş burayı. Az önce elinden tuttuğum çocukluğuma sevgiyle bakıyorum, devam ediyoruz…
Burada her yer oyuncak. Duvarlar, tavanlar, yer, gök… Sanki oyuncaklar canlı, siz onların oyuncağı gibi sadece hayranlıkla bakıyor, duygudan duyguya geçerek onların sizi götürdüğü yere gidiyorsunuz. Dokuma fabrikasının daha evvel kreş olarak kullanılan bu binası yine çocukların olmuş. Bizim gibi yolun yarısını geçen çocuklar da dahil. Walt Disney’in oyuncakları ve çizgi film sektörünün en eski yöntemlerini izleyerek bir odaya geçiyoruz. Emrah Bey, bir müddet şoku atlatmam için bana izin verdi sanırım. İşte başlıyor anlatmaya. 1850 yılına ait bir oyuncak at. İçi samanla doldurulmuş bu oyuncak, bir halıya sarılıp Osmanlı tarafından Almanya’ya gönderilmiş bir hediye. Bavyera’da bir çatı katında yine Osmanlı halısına sarılmış olarak bulduklarından söz ediyor. Buradaki her bir oyuncak kâğıt ve gazetelerden yapılmış. 1880 tarihli başka bir atın ait olduğu yılı, içindeki gazete haberlerinden tespit etmişler.
İşte eski dostum Alf’le bakışıyoruz. Gözlerim ışıldıyor birden. TRT deposunda bulunan bu Alf maskesi bizim ekranlarda gerçek sandığımız o sevimli yaratık. Evet, Alf’i gerçek zanneden nesildenim ben. “Gölgelerin gücü adına” diye balkonlarda bağırmışlığım da çoktur. Duvarda gördüğüm He-Man posterine sevgiyle bakıyorum.
Koridorlarda kurşun askerler. Dünya Savaşı yıllarında eşleri askere giden kadınların geçimlerini sağlamak için kalıplara kurşun dökerek yaptığı oyuncaklar bunlar. En can acıtıcı yanı da bu oyuncakların yüzlerini babası savaşta olan çocukların boyaması. Kim bilir belki babasının belli belirsiz hatırladığı yüzünü çizdi, belki çocukluk düşleri gibi al al yanaklı bir hayal resmetti. Savaş önce çocukluğu öldürüyor sonrası boş bir yıkım. Zarifoğlu gibi diyelim: “Sobalara toprak atılacaktır/Bacalara çarçaput tıkılacaktır/Aralanan kapıdan/Uykuda dudağı kanamış bir çocuk bakacaktır.”
Hemen karşı odada tanıdık bir ses karşılıyor bizi. Adile Naşit transistörlü bir radyodan çağırıyor: “Kuzucuklarım benim.” Masal odasında her şey aynı. Eski bir soba, koltukta bir nine, ah huysuz tekir kedi sızmış sıcağın dibine, kaynayan çayın buğusu gözlerime giriyor sanki. Derken duvar dibinde biricik baş belamız gırgır süpürge. Annem bir nesneyi birçok işleviyle kullanan becerikli bir kadındı. Mesela o gırgırın sapı bir saniyede çıkar ve birden bizi kovalayan bir tehdit unsuruna dönerdi. Terlikten sonraki dayak icadı, gırgır sapıydı bizim evde. Ama ne terlik ne de gırgır sapı hiçbir zaman hedefi bulmaz, hep ana merhametine çarpar kalırdı.
Koridor boyu oyuncak. Japonların robotları, Rusların ve Amerikalıların uzay araçları, Almanların çalışır durumdaki oyuncak makineleri… İnsan anlıyor ki önce çocuklara hayal kurdurursanız sonra o hayalden medeniyet kuran nesilleriniz olur. Neyi verirseniz oynasın diye büyüdüğünde de onu yapar çocuk. Bizde ise o muhteşem sesi çıkaran Kaynana Zırıltısı oyuncağı. Taktak da deniyor ama Emrah Bey ille de Kaynana Zırıltısını kullanıyor. Döndükçe beyninizi oyan bir garip ses. Sonra ahşaptan, evde atık malzeme ne bulduysak onlardan yaptığımız bebekler, mesela Soğanlı bebeği, bir tek savaş oyuncağımız yok.
Emrah Bey gururla anlatıyor: “En teknolojik oyuncağımız Çorum’un Tokmaklı Arabası.” diye. Dört tekerlekli, önden çekmeli ve ipli bu araba hem hareket ediyor hem de ses çıkarıyor. Emrah Bey’deki coşkuyu anlamamıştım ki Mustafa Bey yetişiyor imdada, “Emrah Çorumludur.” Ah, bizim belimizi doğrultmamıza izin verilmemiş ki. Hayal bile kuramayan bir toplumun bugün geldiği noktada arabasını, savunma silahlarını, uçaklarını yapması yoktan var olmak değil de nedir? Şaşırarak izliyorum bir tek rahmetli Turgut Özal oyuncaklar konusuna hassasiyet göstermiş. Gürel Oyuncak Fabrikasını ziyaret etmiş, onun fotoğrafları, o an elinde tuttuğu oyuncağın kendisi, hepsi sergilenmiş. Ne diyelim bu ülkenin çocuklarına hayal kurduranlara selam olsun…
Ne zamandır yanımda sessizce dolaşan çocukluğum bir odanın kapısından içeri doğru çekiştiriyor beni. Alanya’nın küçük bir kasabasındaki o sınıf, benim sınıfım. Duvarlarda aynı yazı fişleri, abaküsler, fasulyeler, sayı çubukları, kolasından boynumuza iz yapan o bembeyaz yakalar, siyah önlük, sınıf başkanı kolluğu, Hohner marka flüt, duvarlarda dört mevsim resimleri, öğretmenin not defteri ve sıralara oturmuş öğrenciler. Hemen en ön sıraya geçiyorum. Kara tahtanın önünde ders anlatan öğretmen soru soracakmış gibi elim kalkmak üzere hazır bekliyorum. Çocukluğum: “Hiç değişmemişsin.” diyerek gülüyor. Bilinçaltı denen şeye şaşırıyorum o an. Hani şu öğretmenin her cümlesine atlayan, en önde oturan gıcık öğrenci tipi var ya. İşte o bendim. Sonra bir de bakıyorum Mustafa Bey en arka sıraya oturmuş, yanındaki öğrencinin omzuna kolunu koymuş bile. Galiba o da en arkada oturup dersi kaynatan yaramaz tiplerdendi, diyorum. Sonra aklıma düşüyor, birimiz edebiyatçı birimiz tıpçı olduğuna göre bu işte bir terslik var.
İşte tam o an koridordan gelen bir ses bölüyor dünyamı. Canım Yahya Kemal kırgın kırgın sesleniyor: “Kalbim yine üzgün seni andım da derinden/Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden.” Hemen kapının eşiğinden Cemal Süreya mırıldanıyor, küskün: “Bir bir denemişim bütün kelimeleri/Yeni sözler buldum seni görmeyeli.” Son noktayı Ahmet Telli koyuyor: “Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür/Bir tufan olurum sustuğun her yerde.” Edebiyat tutkumu hatırlayıp bizim çocukların gönlünde yıkılan kentleri kura kura yol alıyorum.
Çocukluğumun elinden sıkıca tutmuş, Cemal’in ıslıkları, Yahya’nın ağır adımları, Telli’nin nağmeli edasıyla…
(Devamı yarın…)