Tanpınar için kültürümüz bir “iç alem medeniyetinin” tezahürüdür. Biz şeklin değil içeriğin medeniyetiyizdir çünkü. Duygu ile var olur; sevgi ile yoğruluruz. Kafamda bu düşünceyi evire çevire giriyorum Kent Müzesi’nden içeri. Bir şehre ilk kez gidiyorsanız mutlaka orada kent müzesi var mı diye bakmalı ve ziyaret etmelisiniz. Zira o şehri ve kültürünü tanımanın en kolay, en eğlenceli yoludur bu. Antalya’nın ilk ve tek kent müzesi olma özelliğini taşıyan bu eserde, diğer şehirlerde gördüklerimin aksine tanıtım işlevinden çok daha fazlasını bulmayı umuyorum elbette. “Kepez Belediyesi yaparsa mutlaka en iyisini yapar.” gibi sloganik bir beklenti değil bu. Merkeze insanı almış bir yönetim anlayışına şahit olmanın verdiği sonsuz bir inanma duygusu var içimde.
Yine güler yüzlü ve nezaket dolu bir ekip karşılıyor bizi. Seyyahların satırlarından taşan Antalya’nın, mısra mısra düştüğü masmavi denizi falezlerin üzerine çıkıp sonsuzca izlemek keyfini sürdüğünüz bir VR gözlük teknolojisi ile macera başlıyor. Şehrin doğası, dağı, denizi, bitki örtüsü, hayvan çeşitliliği, geçim kaynakları hepsi görsel, işitsel, duyusal olarak sunulmuş. Böyle diyorum çünkü karayollarının yol kenarında bulduğu ölü hayvanlar doldurularak yapılmış trofeler (Bu noktada Emrah Bey çevreci yaklaşımlarını vurguluyor.), tarladan sebze haline oradan eve taşınan meyve ve sebzelerin yolculuğunu anlatan dioramalar, antik dönemden bugüne zeytin, pamuk, enginar üretimi, ipek böcekçiliği, arı serenleri insana bu memlekette meğer neler varmış dedirtiyor. 1931’den bir fotoğraf sonra. Muz kalitesini kontrol eden bir muallim.
Yolumuzu yavaş yavaş karşı koridora çeviriyoruz. Bir medeniyet serüveni açılıyor önümüzde. Karain Mağarası'ndan başlayan hikayemiz dönem dönem izleniyor burada. Koridor boyu ilerledikçe tarih içinde dolaşmanın hazzı ruhunuzu sararken derinden gelen bir çekiç sesi sizi alıp insanın öyküsünün tam da ortasına oturtuveriyor. Aklıma Rousseau’nun bir sözü düşüyor: “İnsanları uygarlaştıran ve insan türünü bozan şey, ozana göre; altın ve gümüş, filozofa göre; demir ve buğdaydır.” Demir ve buğday uygarlığın bir o kadar da insana dair olanın tükendiği bir öykünün başlangıcı belki de. Hemen peşi sıra bir kız çocuğu tüm şirinliğiyle “Anne bana bağaça alsana.” diyor. Bu sesler nerden geliyor diye aranırken eski Antalya sokaklarına dalıveriyoruz birden. Yerdeki kaldırıma, aydınlatmalara kadar düşünülmüş eşsiz bir Antalya atmosferi. Hemen karşıda bir adamla göz göze geliyoruz. Tüm gerçekliğiyle bakıyor: Bakırcı. Gerçek saç ve kıllar kullanılarak yapılmış bir silikon heykel bu. Sanatın bu gerçekliği karşısında insan şaşırıp kalıyor. Şehrin bütün esnafları çıkıp gelmiş gibi. Börekçi Tevfik, Yorgancı Mustafa, Yemenici Arap Musa, fığlacı, kaşıkçı, sepetçi, tirmisçi, demirci, tenekeci… Köşede “Temiz dikiş, vakdinde iş” sloganıyla Terzi Mehmet’in dükkânı hâlâ yaşıyor. Sonra Topçu Köfte Piyaza gözüm çarpıyor. Daha doğrusu o nefis görüntüsüyle piyaz gelip bana çarpıyor. “İnsan bu kadar da gerçek yapmaz ki canım.” diyerek sitem ediyorum Melis’e. Az önce kız çocuğunun istediği meşhur Bağaça 18’i fark ediyorum. Hep merak etmişimdir bu 18’in sırrını. Emrah Bey gülümseyerek anlatıyor, bu gizemli sayının sadece bağaçacının okul numarası olduğunu.
Duvarda bir çerçeve dikkatimi çekiyor sonra. 1954 yılında hazırlanmış, şehrin ihtiyaç listesi. İmar planı, kanalizasyon, odun ve kömür pazarı ile başlayan bu 28 maddede acil gereksinimler sıralanmış. İçinde belediye müzesi de var. Anlıyorum ki 1954’te kurulan bir hayal, tam 67 yıl sonra gerçekleşmiş.
Üst kata çıkıyoruz. Duvarlar boyu insan, duvarlar boyu Antalya. En çok da kartpostallar. “Canım ablacığım, sevgi ve özlemlerimi sunar, sağlık ve esenlik dilerim.” diyor Hidayet imzalı bir tanesi. 1971’de bir bayram tebriki için halaya yollanmış bir diğeri. Ve siyah-beyaz bir fotoğrafın arkasına karalanmış o birkaç satır. Melahat yazmış “Kardeşime” diyerek… “Beni albümde aramaktan ziyade kalbinde ara.” Hepsinde insan izi, hepsinde şehir kokusu…
Antalya’da basın, iletişim ve ulaşım hayatını takip ettiğiniz bir odaya giriyorsunuz ilk durak olarak. İlk baskı makineleri, ilk telefonlar, daktilolar, fotoğraf makineleri, zamana tanıklık etmişler de geçmişin resmini çizmişler gibi öylece duruyorlar. Sonra insanımızın müthiş zekasıyla yaptığı, resmen kaçak kat çıktığı bir minibüs. Londra’nın iki katlı otobüslerine benziyor. Elmalı-Finike hattı Yoldaş Minibüs.
Kulaklarımda çınlayan koyun sesleri, ince bir uğultuyla ninni söyleyen rüzgâr, kıl çadırların koyu gölgesi içinde seyrediyoruz konar göçerliğimizi. Yaylaların yolu uzar gider, soğuklar kapılara dolar gider, bebeler ağlamayı keser gider, kuşlar göçmeyi unutur giderse Eğri Göl Yaylası’nda hemen saclar kurulurdu bir zamanlar. Çocuklar “Yelli yelemeç, bulgur bulamaç, bir yufka aç, verenin altın başlı oğlu olsun, vermeyenin yağır başlı kızı olsun!” diye bağırarak her evden un toplarlardı. Bu unlarla açılan yufkalar saca sürülürdü. İşte o zaman soğuklar yaylalardan dağların ardına çekilir, çiçekler baş gösterirdi utana sıkıla, çeşmelerin ağzında susup kalan sular çağıldamaya başlar, yollar hasrete geçit verirdi. Bizim nesil için her yaz bir kamyona yüklenen çocukluk eğlencesiydi göçerlik.
Bu uzun yolun devamında doğum, sünnet, çocukluk, ilk gençlik, kız isteme, nişan, kına, düğün adetleriyle devam ediyor insana dair serüven. Göz alıcı işlemeleriyle ortasında tencere kaynayan ocaklığı çevreleyen bir mutfak… “Başkan Bey, Akseki’de yıkılmak üzere olan eski bir evden söktürüp getirtti buraya.” diye anlatıyor Emrah Bey. İşte o an beli bükülmüş bir yörük kadını, ocaklığın başında tülbentinin ucuyla alnını silerek doğruluyor sanki. Gözleri sevgi dolu, ışıl ışıl bakıyor.
Antalya’yı gezmeye değil yaşamaya devam ediyoruz. Her oda her köşe her kapı başka bir dünyaya açılıyor. Şehrin siyasi hayatı, eğitim ve sanat hayatı, eğlenceleri, mimarisi, ilk oteli, sinemaları, Altın Portakal Ödül Töreni ama ille de Antalya’da spor. Güreşlerimiz, güreşçilerimiz, İlkışık, Suspor, Ferrokrom kulüplerinin birleşmesiyle kurulan Antalya Spor ve ismine kalbimi bıraktığım Poplin Spor. Mavi beyaz renkleriyle Dokuma Fabrikasının çalışanlarından kurulmuş bir futbol takımı. Üstelik 1964’te amatör ligde şampiyon bile olmuşlar.
Tam bir Antalya özeti olan bu müze adeta eşyanın poetikası gibi duruyor. İnsanla nesneler arasındaki duygunun nasıl bu kadar güçlü olabildiğine, bir camın gerisinde sergilenen eşyaların hafızayı kalbe nasıl bağlayabildiğine şaşırıyorum. Bir duygu sarıyor ruhumu. Geçmişimden çıkıp gelen anılar tek tek gönlüme yerleşirken yazının başında aradığım farklılık tam karşımda duruyor.
İnsanların yalnızca elinin değil gönlünün de değdiği hatıralardan kurulmuş bir yer burası. Buranın farkı, iyi görünen bir replikası yapılabilecekken yıkılan bir evden söküp getirilen o mutfakta gizli. Yaşanmışlık barındıran her bir eşya anılarımızı torunlarımıza taşır. İnsana değer vermenin ötesinde her bir izimizi geleceğe miras bırakma hassasiyeti taşıyan bu anlayışa minnet duyuyorum. Ayrılırken Antalya’nın bir zamanlarından, sessizce mırıldanıyorum: “İnsanların sadece önünde değil arasında da yürüyen yöneticiler, sadece âna değil geleceğe de iz bırakır.”