Biri sözü süslediğinde, sanatlı konuştuğunda boş konuşuyor zanneder, “Edebiyat yapma!” deriz. Oysa içini boşalttığımız, güzelim anlamını katlettiğimiz kavramlardan biridir “Edebiyat”. İnsanın meramını, insana değerek nezaket ve zarafetle, iyilik ve incelikle anlatma işidir edebiyat. Peki belediyelerin edebiyatı olur mu?
Belediyelerin varlık sebebi halkın sesine, sözüne cevap vermekse bunu insanı önceleyerek nezaketle yapıyorlarsa olur tabi. Ortada edebiyatla yapılan bir belediyecilik varsa olur tabi. İşte bu örneklerden biri Kepez Belediyesi.
2015 yılında bir kültür projesini kabul ettiremediğim belediyelerden hüsranla döndüğümü gören bir dostum: “Belediyeler için kültür işleri ölü yatırımlardır. Onlar için yol, cadde bunlar daha göz önünde şeyler. Seçim öncesi şantiye alanına dönen sokaklara bak. İyi bir reklam aracı. Üzme kendini, boşuna da uğraşma bence.” demişti. Kendimi belki de bir seçim yatırımı için açılan çukura düşüp ölen zavallı Orhan Veli’ye benzetmiştim o günlerde.
Nihayet son bir şans olarak gittiğim belediyenin bekleme salonunda yanımda oturan kadını hiç unutamıyorum. “Sizde mi Hakan Başkan’la görüşeceksiniz?” diye girmişti söze. Ankara uçağında “Sizde mi Ankara’ya gidiyorsunuz?” diyenlere hiç kızmam ben. Belli ki konuşmak istiyor, anlatacak bir hikâyesi var. Sabırla dinlerim. Bu hanımefendi de tek nefeste başka bir belediyenin sınırları içine giren bir okulda öğretmenlik yaptığını, okul bahçesi için bank istediklerini, destek bulamadıklarını sadece bir halk gününde ayaküstü derdini anlattığı Hakan Bey’in bankları hemen ertesi günü yolladığını ve şimdi de ona teşekkür için geldiklerini anlattı. Salonda bir yanda çay içip kurabiye yiyerek sohbet eden insanlar, zannedersiniz işlerini halletmek için değil muhabbete gelmişler, hallerinden pek memnunlar, tek tek herkesi yönlendiren, sorularını cevaplayan bir ekip, her şey bir düzen içinde akıp gitmede. Sonsuz bürokrasi çukurlarında boğulan nihayetinde Dava’yı yazan sevgili Kafka, şurada oturup kurabiye yemeliydi diye geçiyor içimden.
Tam o sırada bir dede “Beni Hakan oğlumla görüştür.” diye çıkışıyor özel kaleme. Nezaketle anlatmaya çalışıyorlar “Başkan Beyin bir görüşmesi var, bitince iletelim.” Ama yok. Her cümlesinde ses tonu biraz daha artıyor. Ayağındaki yorgun eski ayakkabıdan, çok giyilmekten rengi dönmüş pantolondan, başkanlık makamına saygısından emanet alındığı belli, zayıf bedenine büyük gelen ceketten ve gözlerindeki yaşamak yılgınlığından anlıyorum ki onun Başkan Beyle görüşmesi bizimkinden çok daha önemli. Dedenin gözleri büyüyor sonra, bakışları sertleşiyor ve daha kararlı bir sesle “Beni Hakan oğlumla görüştür. Ben…” Cümlesi boğazında düğümleniyor, yutkunuyor, az önce açılan gözlerinde derin bir buğu… Birden kapıda Hakan Bey görünüyor. “Buyur baba.” diyerek elini öpmek için uzanıyor. Dede bir süredir gözlerinde biriktirdiği tüm hüzünleri bırakıveriyor, tüm canıyla sarılıyor. “Allah senden razı olsun. Kış günü aç, açıkta kalacaktık.” Yalnız eli değil tüm vücudu titriyor sarılırken. Dedenin hali, Başkanın yaklaşımı o kadar etkiliyor ki beni.
Sıra bana geldiğinde Başkan Beye projemi anlatıp “Efendim, başkanlar kültür işlerine pek rağbet etmiyorlarmış. Ortada yapılacak yollar, caddeler vb. varken…” diyorum. “Hoca Hanım yol yapılır ama yoldan geçecek bir medeniyet yoksa tüm çabalar nafile…” diyor ve ilgiyle dinleyip destek oluyor.
Sevgili okurlarım, Dokuma Park gezilerimde fark ettiğim bakış açısı işte tam olarak yedi yıl evvel gördüğüm bu üç basit ama önemli manzarada gizli. Sen, ben değil “biz” fikri, insana insan olduğu için kıymet verme ve medeniyet değerlerinin aktarılmasını geleceği kuşatmak olarak gören bir zihniyet. Anladığım şudur ki Kepez Belediyesi bu üç güzel temel üzere yol yürümüş ve bugünlerine gelmiştir.
Yönetim anlayışının merkezine insanı koyan bir yaklaşım, medeniyeti şehrin kalbine taşımış demektir. Adına ödüller vererek yine Kepez Belediyesinin ihya ettiği isimlerden biri olan Turgut Cansever’in mimariye bakışında temel taşı şu oluşturur. Hristiyan düşüncesinde insan yasak meyveyi yiyerek cennetten kovulur ve âdemoğlu atasının bu günahıyla dünyaya gözlerini açar. Bu yüzden onlar için dünya aslında bir sürgün yeridir, ceza mekânıdır. Bu düşüncenin tasavvuru olan şehirlerden “iyiyi, güzeli, estetiği, zarafeti” beklemek zordur. Ancak biz, bu düşüncenin aksine pişman olur, günahından tövbe eder, affedildikten sonra dünya hayatını bir sorumluluk olarak yüklenir ve beşer olmaktan çıkarak âdem/adam olan insan için şehirler inşa ederiz. Yani “Bu insan, Allah’ın dünyadaki halifesidir ve Allah Teâlâ’nın yarattığı o güzel dünyayı, hüsnü muhafaza etmeyi vazife olarak yüklenmiştir.”
Bu, tam olarak güzellik sevgisidir işte. Medeniyeti, kültürü ve kadim bir geçmişi şehrin tam kalbinde geleceğe taşımak sevdasıdır. Bu, tam olarak yaşadığı kenti sevmek ve onu inşa etmek demektir. Böylesi bir inşa, bilinmelidir ki torunlarımızı ihya etmektir. Sayın Hakan Tütüncü’nün güzeli ihya ederek geçmişi konuşturduğu Dokuma Park’taki manzara baki olanın resmidir. İnsan elinin değdiği her köşede, oyuncakların masumiyetinde, bayrağa sarılı şehit ağıtlarında, kitapların arasına özenle konulmuş yüzyıllık çiçek yapraklarında, bir şehrin geçmişinden bugüne yol oluşunda bir sevda var. İnsan sevdası, ülke sevdası, şehir sevdası ve güzellik sevdası. İbn Arabi’ye atıfla söyleyelim: “Güzellik sevgisine ulaşmak, insan tekâmülünün son merhalesidir. İnsan tekâmülünün, güzellik sevgisinden öteye gelişebileceği hiçbir yer yoktur.”
Sayın Başkanın da Kepez’i getirdiği nokta, güzellik ve insan sevgisine ulaşarak tekâmül etmiş bir şehir görünümüdür. Unutmayalım biz şehirleri inşa ederken şehirler de çocuklarımızı inşa ediyor. İşte tam da bu yüzden Kepez Belediyesinin ve belediyeciliğinin edebiyatı yazılır, yazılmalıdır.