Kanaatimce kurumların da insanlar gibi ruhu ve davası olmalıdır. Zira inandıkları uğruna savaşan insanın hayatı nasıl anlamlı hale gelirse kurumlar da duruşu kadar, savunduğu değerler kadar değer arz eder. Bu bağlamda sendikaları, niceliğe önem veren yapılarından dolayı eleştiren biri olarak Eğitim-Bir-Sen’in Giresun Şubesi’nin beni çok şaşırttığını ifade etmeliyim.
Geçen hafta 28 Şubat sürecini konuşmak için Giresun Eğitim-Bir-Sen’in misafiri olarak Trabzon ve Giresun’da konferanslar verdim. Bu programlar bir yandan 28 Şubat’ı anlama, meselenin bir başörtüsü sorunundan öte bir medeniyet davası olduğunu anlatabilme adına benim için çok değerliydi. Diğer yandan bir sendikanın, üyelerinin sorunlarıyla ilgilenmenin ötesinde bir şehre nasıl değer kattığını görmenin mutluluğunu da yaşadım.
Büyük bir salonu dolduran şehir protokolü, sevgili öğretmenlerimiz, üniversite gençleri insanların bu konferans ve toplantılara ne kadar aşina olduğunu gösteriyordu aslında. Ancak gün boyu öğreniyorum ki Eğitim-Bir-Sen’in düzenli hale getirdiği konferanslar, ramazan ayında yaptıkları iftar buluşmaları ve konuşmacılarla zenginleşen sohbet akşamları, üniversite gençleri için kurulan ADEM topluluğunun canla başla koşuşturan gençleri, okuma programları, tiyatro gösterimleri, sevgi evlerindeki çocuklarımıza yönelik gayretleri daha pek çok şey... Hepsi öyle samimi ve mütevazı bir tavır içinde ki garip bir aile ortamında buluyorsunuz kendinizi.
Giresun bir masal şehri gibi duruyor karşımda. Deniz ile şehir koyun koyuna. Ama ikisi de birbirinden razı. Öyle uyumlu, sevgiyle sarıp sarmalamış doğa toprağı… Sanki bu sevda insana da sirayet etmiş, öylesine içten ve güzel insanlar adım başı çıkıyor karşınıza. Tanımanıza gerek yok zaten aşinasınız hepsine… Bir tablo gibi duran kar manzaralarını, tarihi dokuyu değerli başkan Muhammet Sarı ve nezaketle bize eşlik eden yol arkadaşımız Giresun Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Ali Yılmaz hocamla geziyoruz. Etrafı çevrilmiş bir yapı dikkatimi çekiyor. Ali Hocam anlatıyor: “Hocam burası Yavuz Sultan Selim Camii ve Külliyesi aslında. 1500’lü yıllarda Osmanlı’nın fethi sırasında Cuma Camisi olarak yaptırılmış. Bu mekân fetihten sonra medrese yapılmış. Zaman içinde üç medrese, Doğu Karadeniz’in ilk kütüphanesi ve bir kıraathane ile birlikte bir kampüs niteliğine bürünmüş. Savaş yıllarında eğitim-öğretime ara verilen külliye zamanla bakımsız hale gelmiş. 1932 yılında da bu kampüs yıkılarak Taşbaşı Parkı adıyla kullanılmaya başlanmış. Maalesef mekânın ruhuna uymayacak eğlenceler düzenlenir olmuş.” “Nasıl yani hocam, bakımsız kaldı diye bildiğiniz yıkılıp park mı yapılmış?”
Cevap beklemiyorum aslında. Ali Hoca da ben de aynı duygularla susuyoruz. Garip bir mahcubiyet sarıyor içimi. Ata mirasını talan eden bir mirasyedi gibi hissediyorum kendimizi. Başkan bey ekliyor: “Hocam Vakıflar Genel Müdürlüğü eldeki arşiv belgelerinden ve fotoğraflardan hareketle şimdi burayı tescilledi. Belediyeden aldılar ve tekrar eski haline kavuşturabilmek için mücadele ediyorlar. Ama henüz çalışmalar başlayamadı.” Birden içim aydınlanıyor. Az önce küçüldükçe küçülen ruhum ayağa kalkıyor sanki. Yalnız ben değil aynı anda İstanbul’da Ayasofya Camii, Antalya’da Şehzade Korkut Camii, Diyarbakır’da Ulu Camii, Erzurum’da Fetih Camii ayağa kalkıyor. Hepsi tek bir ses oluyor da doğruluyor önümde: “Biz bu toprakların tapusuyuz.”
Sonra birden sabah, yerel bir gazetede okuduğum haber anlam kazanıyor. Mülkiyeti belediyede bulunan Taşbaşı Parkı’nı, “Burada eskiden cami vardı” diyerek hukuksuzca Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün aldığı anlatılıyordu. “Trabzon Kültür Varlıklarını Koruma Müdürlüğü’nün bazı çevreleri arkasına alarak emsali görülmemiş bir şekilde var olmayan bir yapıyı tescillettiği” yazıyordu. Evet bu, emsali görülmemiş bir şekilde yanlıştan dönmektir. Ata yadigârına sahip çıkmaktır. “Biz yüzyıllar evvel buradaydık bundan sonra da buradayız” demenin bir yoludur. Efendiler, biz imha değil ihya medeniyetiyiz. Biz atadan kalma bir taş parçası bulsak üzerine bir medeniyet inşa ederiz. Marifet, var olanı yok etmek değil yıkıntıdan kalanı var etmektir. Üstelik belgelerle varlığı kanıtlanmışken bu unutturma çabası neden? Bu yok sayma gayreti neden? Burada eğitim-öğretim yapan bir külliyeden söz ederken ısrarla meseleyi sadece “cami” üzerinden okumak ve toplumu kutuplaşmaya sevk edecek bu nefret dili neden? Özü olmayanın sözü de olmaz efendim. Geçmişinizi, değerlerinizi yani özünüzü bugüne bağlayamazsanız geleceğe cümle kuramazsınız. Unutmayın, siz geçmişinize sahip çıkarsanız sizin çocuklarınız da sizin değerlerinize sahip çıkar.
Bu “emsali görülmemiş” gayretten dolayı öncelikle Vakıflar Bölge Müdürlüğüne minnetlerimi sunuyorum. Ardından bir sendikanın yalnızca insana değil medeniyet değerlerine de sahip çıkma adına nasıl emek verdiğini gösterdiği için Giresun Memur-Sen’e, Giresun Sivil İrade Platformuna, seslerini gür çıkarmaktan çekinmeyen tüm kurum, kuruluş ve şahıslara bu coğrafyanın bir evladı olarak teşekkür ediyorum. Koruduğunuz yalnız sizin değil taa Antalya’dan benim de mirasımdır.
Sevgili Giresun,
Kulakkaya’dan aşağı bir türkü tutturup da salınan coşkun suların kadar çağıldasın ömrün… Toprağında çiçeklenen orman gülleri, süsenler, çuha çiçekleri, çiğdemlerle yolların renk olsun geleceğe… Töngellerin, kaya korukların, melevcenlerin bu topraklara sımsıkı kök salışının nişanesi olsun da her mevsim yeşersin… Denizin maviliği cadde cadde sokak sokak pencerelerden içeri dolsun insanları sarmak için… Osmanlı yadigârı tarihin geleceğe köprü olsun medeniyetimizin şarkısını duyurmak için… Ayinlerin karşısına çıkardığın kandillerin hiç sönmesin bu topraklarda… Oğlunla ordu olup kızınla yurt tuttuğun bu diyar ebet müddet yar olsun bize… Tüm güzelliğiyle ayağa kalkacak olan Yavuz Sultan Selim Camii’nin minaresinden aynı ahengi dinleyeceğimiz, kütüphanenden taşan kitap kokularını birlikte duyacağımız, kıraathanende aynı çayın buğusunu içimize çekeceğimiz güne kadar seni Allah’a ısmarlıyorum.