Diorama yöntemiyle oluşturulmuş öyle çok alan var ki burada. Yarış pistlerinden tren istasyonlu kasabalara; geleneksel oyuncaklara ev sahipliği yapan atölyelerden sokak satıcılarına kadar pek çok oyuncak kendi doğal mekânı içinde üç boyutlu sergileniyor. Ama en çok dikkati çeken kepçelerin çalıştığı şantiye alanı. “Erkek çocukları bu kısımdan ayıramıyoruz.” diyor müze çalışanı Melis. Yaşı kaç olursa olsun işi gücü bırakıp bir dozer ya da kepçeyi saatlerce izleyebilen Türk erkeğini hala çözebilmiş değilim.
Sonra bir sokağa dalıyoruz ki her yerden bize değen güzellikler fışkırıyor. Bisküvi çeşitlerinden Vita marka yağlara, gazozlardan Bio Tursil’e, pompalı kolonya doldurma makinesinden Zafer mantar tabancalarına, kız kaçıranlardan Solo Testlere… Zaman durmuş ve siz o bildiğiniz sokakta bildiğiniz insanların arasındasınız. Kaldırıma oturmuş iki çocuk oyun peşinde, bir küçük kız bayram sabahı dede eli öpüp harçlık alma derdinde, yoğurtçunun sesi tüm mahalleyi sarmış. Köşede bir jetonlu telefon kulübesi…
Sonra üst rafta bir bebek gözüme ilişiyor. 1941 Auschwitz Toplama Kampı. Nazi Almanya’sı Yahudileri öldürmekle kalmamış kadınların saçlarını da bebek yapımında kullanmış. Şimdi bir camın gerisinden dünyalar dolusu bir kederin yüküyle bakan bu bebeğin saçı kim bilir hangi Yahudi kadına aitti. Adorno’nun sözleri geliyor aklıma: “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak ne mümkün?”
Bir duvar boyu genişleyen güzel bir tablonun önünde duruyoruz. Emrah Bey “Küçük bir oyun oynayacağız, bulabilirseniz hediye kazanacaksınız hocam.” diyor. Tablodaki bir unsuru bulmamı istiyor. Bakıyorum ama çok figür var, nasıl bulunacak? Tabi Emrah Bey, her zamanki nezaketiyle alanı biraz daraltıyor ve buluyorum. Bilye ve topaç kazanıyorum. Çok mutluyum. (Hadi bir oyun da siz oynayın. Oyuncak Müzesine yolunuzu düşürün. Güler yüzleriyle size eşlik eden görevlilerden tabloyu ve ne bulmanız gerektiğini öğrenin. Figürü bulup bana sosyal medyadan yazana imzalı kitaplarımdan hediye edeyim.)
Yolun sonuna doğru yaklaşırken Milattan önceye doğru bir yolculuğa çıkıp yüzyıllar boyu çocukların oynadığı oyuncakların replikalarını görüyoruz. Ama en keyiflisi Tanrıça Aphrodite’in Eros’u terlikle cezalandırdığı resim. Kim bilir Eros hangi aşkın peşindeydi de kadını kızdırdı? Anne hep anne, Tanrıça da olsa. Koridorun sonundaki 24.022 misketten yapılan dev bir duvar Susam Sokağı’na açılıyor. Bir türlü anlaşamayan Edi ile Büdü’nün sesleri dışarı taşıyor. Kırpık küfesinden hiç çıkmadan anlatıyor yine. Kurabiye Canavarının döke saça yediği kurabiyelerden canımız çekiyor doğrusu. Devasa Minik Kuş’un iyi kalbi yüzümüzde derin bir gülümseme olup otururken “Emrah Bey, uzun bir yolculuk oldu. Ne çok oyuncak var!” diyorum. “Hocam 14.000 envanter var. Siz bir de burayı Başkan Bey’le gezin. En az üç saat anlatıyor.” “Başkan niye vatandaşa müze gezdirsin canım. Herhalde bürokratlara eşlik etmiştir.” “Yok hocam Başkan Bey vatandaşları da çok gezdirdi burada.” “Nasıl yani?” “Hafta sonları uğruyor bazen. O sırada burada olan kişilere oyuncakları anlatıyor, onlarla sohbet ediyor. Bir ara turlar bile düzenledi. Halka tek tek anlattı buradaki her şeyi. Açıldığımız ilk hafta 32.000, ilk yıl 540.000 ziyaretçi ile rekor kırdık.”
Bu cümlelerden taşan çok değerli bir şey var aslında. Bu müze için bir başkan, oturduğu yerden talimat verip de ilk kez açıldığında gezmemiş. Belli ki her bir oyuncakta gecelerden sabahlara taşınan bir ilgi, merak ve heves, işini iyi yapma kaygısıyla tek tek seçilmiş oyuncaklar, düşünülmüş, emek verilmiş bir ruh var. Ortaya çıkan bu yüzden bir müze değil yalnızca. Her bir oyuncak bir insan/lık hikâyesi. Acısıyla, yalnızlığıyla, oluru, olmazı, hülyası, geçmişi, geleceği, umudu, yokluğu, varlığıyla her bir oyuncak bir başka insan.
Köşede bir bölüm dikkatimi çekiyor. Havaalanında unutulan oyuncaklar sergileniyor burada. Düşünsenize bir çocuğun seyahate çıkarken yanına alabileceği bir ya da iki oyuncak hakkı vardır; o da en kıymetlisini alır. Bu yüzden buraya paha biçilemez. Buradaki oyuncakların fazlası köy okullarına gönderiliyormuş. Bir ara gelen oyuncaklar arasındaki bir çantanın içinden bir miktar para çıkmış. Müze yetkilileri havaalanına bu durumu bildirmiş. Onlar da bu parayı kendilerinin koyduğunu, çanta hangi çocuğun olursa onun yüzünü biraz da bu yolla güldürmek istediklerini söylemişler. İnsanı yine insan sağaltır. Bizi biz iyi edeceğiz. Merhametle, iyilikle, şefkatle, çocukluğumuzun elinden tutup çocuklarımıza umut olacağız. Onların hayalleri hepimizin rüyası olacak. Bize biz iyi geleceğiz.
Bu küçük hadiseden son derece duygulanıp müzenin kafeteryasına gelmişken bir kahve içmek istiyorum. Oturuyoruz ama gezme işi bitmiyor. Zira masaların üzeri cam. İçlerinde oyuncaklar sergileniyor. Burada her yer sergi alanı. Emrah Bey çok iyi bir iş çıkaran bu ekibin bir parçası olmaktan gururlu, bizim Alanyalıların deyimiyle kırk köyün ağası gibi gosalarak diyor ki: “Hocam çocukluğunuzdan herhangi bir oyuncak sorun, bakalım bizde var mı?” O an vitrinlere bakan çocukluğum muzipçe gülümsüyor. İkimiz de en sevdiğimiz şeyi hatırlıyoruz. “Futbolcuların yaşını, boyunu, kilosunu ve ederini gösteren kartlar vardı.” diyecek oluyorum hemen beni arka masaya davet ediyor. Cam bölmenin içinde o kartlardan. Baliç, Asper, Tugay Kerimoğlu. Gözüm o futbolcuyu arıyor: Kubilay Türkyılmaz. Annem bir tülü anlam veremezdi neden onu çok sevdiğime. Hele odama posterini astığımı görünce çok kızmıştı. Oysa annem bilmiyordu ki İsviçreli bir futbolcu olan Kubilay Türkyılmaz, Türkiye’ye karşı bir maçta İsviçre millî takımında oynamayı reddetmişti.
Kahve içerken sevgili Zeynep ile Melis değil; gülen gözleri anlatıyor. Onlar anlatırken “İnsanın gözleri nasıl konuşur?” diye düşünüp duruyorum. Burası aynı zamanda bir atölye. Oyuncak ve sanat atölyelerinde hem çocuklara hem de yetişkinlere ebru, ahşap, bez bebek ve Teraryum tasarımı gibi pek çok uygulama yaptırılırken çocuklar için çeşitli temalarda partiler, eğlenceler düzenleniyor ve oyunlar oynanıyor. Sevgili Zeynep “Hocam taleplere yetişemiyoruz. Döşemealtı’ndan Aksu’ya her yerden haftanın altı günü geliyorlar.” diye anlatıyor. Melis neşeyle ekliyor: “Bazen anneannesi torununun elinden tutmuş belki yirminci kez geliyor. Biz yine geldik, diye selam veriyor. Hatta geçen gün bir babaanne torunuyla gelirken bize de kurabiye yapıp gelmiş. Biz büyük bir aileyiz.” Biliyor musunuz sevgili okurlarım, burada da kuyruk var tıpkı Cemil Meriç Kütüphanesindeki gibi. Peki neden dersiniz? Çünkü çok önemli bir şeyi farketmiş Kepez Belediyesi. “Sevgiyle yapılan her iş, insanın gözüne değil gönlüne ulaşır.” Lisanı gönle ulaşan tüm yöneticileri selamlayarak kapıya doğru yürüyorum artık.
Çocukluğumun elini bırakıyorum. Öyle mahzun, yüzünde kırgın bir ifade bakıyor gözlerimin taa içine. “Hayır seni yanımda götüremem. Akşam ezanına kadar koşturduğun sokaklar yok artık. Yolun ortasına kurduğunuz kaleye şut çekecekken oradan geçmek isteyen ama sırf pozisyonu bozmamak için durup sizi bekleyen o Murat 124’lü adam da yok. Fatma Yengenin ekmek arası sürdüğü salçayı kimse beğenip yemiyor. Okul dönüşleri uğradığın Bakkal Hasan Amca’nın canın çekti diye parasız verdiği üzerinde siyahi bir kız resmi olan Mabel çikolata da yok. Varsa da parasız vereni bulmak zor. Sonra koluna taktığın poşetlere şeker topladığın o eski bayramlar da kalmadı. Biliyor musun camını her kırışınızda topunuzu kesip sonra da kıyamayarak bakkaldan yenisini alan Hüseyin Amca vefat etti. Seni yanımda götüremem. Ama bil ki biz büyükler kendi içimizdeki sizlere dönüp bakmayı öğrendikçe masumlaşacağız. Dünyayı iyilikle yeniden var edip yaşanabilir kıldığımızda sen ve torunların aynı bahçede şarkılar söyleyeceksiniz.” Kocaman gülümsüyor, gözlerinde hayallerim sekerek giriyor kuklaların olduğu odaya.
Dışarıya çıkınca bahçeyi dolduran yüzlerce çocuk şaşkına çeviriyor beni. Çok uzun zamandır beklemiş gibiler. Gözlerimiz buluşuyor. Anlıyorum demek istediklerini, sizi çağırıyorlar.
Not: Haftaya Kent Müzesindeyiz. Bekleriz efendim.
Hocam Diyarbakır mevsiminin devamı varmi