Faust, kendine ve dünyaya dair varlığı sorgulayan bir bilim adamıdır. Bir gün gençlik dönemindeki huzuru özlediğini fark eder ve o günlere dönmek için sorgulamalara başlar. Bu hoşnutsuzluktan kurtulabilirse ruhunu şeytana satmaya söz verir. Bu sırada karşısına Şeytan Mefistofeles çıkar ve bir pazarlık yaparlar. Şeytan ona dünya hazlarını ve günahı verecektir. Diğer şeytan-insan çatışması hikayelerinin aksine burada insan şeytanı kandırır. Faust, insanı yoksulluktan ve yoksunluktan kurtarma, doğaya hâkim olma ve yepyeni bir doğal manzara yaratma yolunda hem kendini hem de bütün dünyayı (hatta Mefisto’yu bile) aldatır. Bu yüce hedefin gerçekleşmesinin önünde bir engel olarak duran her şeyi ve herkesi ortadan kaldırmaya hazırdır. Hatta kendisini de dehşete düşürecek biçimde, Mefisto’yu harekete geçirerek, deniz kenarında küçücük bir kulübede yaşayan ve herkes tarafından çok sevilen bir yaşlı çifti, kendi çıkarı uğruna öldürtür. Yani Mefisto bile Faust’a şaşırmaktadır artık.
Goethe’nin bu romanındaki Faust, bana modernizmi ve onun doğurduğu sistemleri anımsatır hep. Mevlid-i Nebi haftasını kutladığımız şu günlerde sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (SAV)’nın gönlüne aşkla dokunan son din İslam’ın neden hedefte olduğuna dair bazı dikkatlerimi paylaşmak istiyorum sizlerle.
Bir derginin sayfalarından nefretle taşan karikatürler, camilere yapılan saldırılar, Müslümanların aşağılanması, dünyada İslam’ı ve Müslümanları savunan bir lider olarak görüldüğü için yine karikatür üzerinden hakarete maruz kalan sayın Cumhurbaşkanımız… Biliyor musunuz Yahya Kemal genç bir Jöntürk olarak Paris’e kaçıp gittiğinde bazı mitinglere katılır. Bakın nasıl anlatır büyük şair bu dönemleri: “Paris’e geldiğim yıllar talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan Harbi arifesinde bizim azınlıklar, Rumlar, Bulgarlar büyük büyük mitingler tertip ediyorlardı. O sırada bizim Jöntürkler de Abdülhamid’i yıkmakla meşguldüler. Bundan Türk milletinin haberi bile yoktu. Ama ben baktım: Bu Rumların, Bulgarların yıkmak istedikleri Abdülhamid değil başka bir şey. Bunlar Türk Milletini yıkmak istiyorlar. ‘Demek Türk milleti diye bir şey var’ dedim. Bu nasıl bir millettir? Mazisi, tarihi nedir? Bunları öğrenmek için kitaplar karıştırmaya başladım.”
Yahya Kemal’in gördüğü gerçeklerin ucunda bugün de İslamiyet duruyor. Yani mesele halihazırdaki sistemlerin karşısında durabilen tek güç olan İslam dini meselesi. Hollanda’nın, Fransa’nın, Almanya’nın, Amerika’nın İslam ile bireysel savaşları değil bu. Modernizm ve postmodernizm gibi sistemlerin toplumları uyuşturup köleleştirme idealinin önündeki yegâne engel olan İslamiyet’e karşı açılan bir sistem savaşıdır bu.
Modernizm insanoğluna çok büyük vaatlerde bulunmuştu. Bilim, aydınlanma, özgürlük, huzur, barış… Ama Faustçu bir yaklaşımla kendi ideali uğruna her türlü kutsalı sıradanlaştırıp değer kaybına uğratırken insanoğlu için de tam bir hayal kırıklığı oldu. Modern bilimle beraber insanın yok olan kutsalı önemli sorunlar doğurdu. Dinsel anlamda öldürdüğü Tanrının ötesinde, insanoğlunun kutsalla beraber idea, form, madde, özne, iyi, kötü gibi kategorileri de ortadan kaldırılmıştı artık. Peki, âdemoğlu bununla yüzleştiğinde ne yapacaktı? Modernizmle beraber açığa çıkan bir nihilizm varken modern epistemolojinin problemleri elbette büyük olacaktı.
Doğası itibarıyla geleneği yeniye yeni formlarla eklemleme telaşında olan modernizm, bu uğurda yıkıcı olmaktan kaçınmadı. Rasyonel ve seküler değerleri ön plana çıkaran hareketin savunduğu tek seslilik, onun insanlara vaat ettiği eşitlik ve mutluluğu ne yazık ki sunamadı. Vadettiklerini yerine getiremeyen sistem, bireyi bunalıma sürüklerken nihayetinde kendi tepkisini üretecek ve ortaya adeta bir suni teneffüs çabası olarak postmodernizm çıkacaktı.
Yani modern sistemde Yaratıcı, ruh, vicdan gibi kavramlar unutulurken postmodernizmle beraber tam bir hafıza yitimi içine girmemiz istendi. Artık muhafaza edilmeye değecek hiçbir şey yoktu ve ‘her şey mübah’ denilerek ucu nihilizme kadar varan bir hikâyenin içine düştük. Âdem’le başlayan insanlıkta öncelikli hedef kendini, varlığı, evreni ve Yaratıcıyı tanımaktı. Ama bu evrede artık amaç “tanımamak” oldu. Mesele kaybolmak, anlam arayışı içerisinde olan dünyayı boş verip, anlamsızlık ve hazlar içerisinde vakit geçirmek.
İşte bu hazlarla dolu popüler dünya, özellikle küreselleşme ile yaygınlaşarak, dinsel dünyanın figürlerinden daha çok güncelleşerek bir ateist fikir hareketinden daha fazla dinlerin bozulmasında etkili olmakta. Bu anlamda medyanın uyuşturucu gücünü arkasına alan postmodern söylemin kutsalı yoktur. Kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerîm’i inananların yaşayışı için bir düzen koyucu olarak gören İslamiyet’in, anlamsızlık ve parçalılık üzerine inşa edilen, nihilizmin tek bir gerçek yoktur ilkesine bağlı olarak yükselen postmodernite ile ortak noktada buluşup ilerlemesi düşünülemez. İslam gibi özü değişikliğe uğramamış kutsal bir kitaptan beslenen, geleneklere ve tespit edilmiş davranış biçimlerine sahip bir din, bu çok sesli ve kaotik, anarşist sürecin tam da karşısında durmaktadır. “Kuşkuculuğa karşı iman, tabu yıkıcılığa karşı gelenek, eklektizme karşı saflık” (Ahmed Akbar) ile.
İşte bu noktada postmodernizmin yapmaya çalıştığı şey, açık ayetleriyle zamanı sorgulayabilen bir dini ve onun kitabını, hemen her şeyi alaşağı ederek, utanmadan ve sıkılmadan zamana sorgulatmaya çalışmaktır. Bu yıkıcı evreye karşı insana bu sistemin sunamadığı sükûneti, düzeni, anarşiye karşı huzuru ve barışı dayattığı için ayakta kalabilen İslam dinini hedefe koyma sebeplerinden biri de budur.
Hikâyenin özü şu: Kendi varlığını “öteki” üzerinden gerçekleştiren Batıyı yaşatabilmek için ortaya atılan bir sistem: Modernizm. Tam tükenmiş olduğu noktada yine modernizmin doğurduğu bir evlat olarak kendisine kafa tutan bir sistem: Postmodernizm. Ve bunların üzerinde tüm gayretlere rağmen özünden koparamadıkları, dönüştürülemeyen bir sistem: İslamiyet.
O zaman her türlü sistemin üzerinde duran İslamiyet’e savaş açan Faustlara, Şeytan Mefisto bile şaşırmasın da ne yapsın!