Bu nesil için Sezai Karakoç bir şair, Mona Roza bir şiirden ibaret evet. Ama bizim nesil için bir şairden ve şiirden çok ötesi. Şiirin yanışı ve yakışıdır üstat. Aşkın olmazı ve olmadıkça içe doğru kanayan yanıdır Mona Roza. Belki de aşkın mahremiyetini gözlerinde taşıyan son kuşak olan bizler, Mona Roza yazıldı diye sevdik imkânsız sevdaları. Sezai Karakoç, Mona Roza’yı yazmak için dünyaya geldi sanırdık öğrenciyken. “En güzel şarkıyı bir kurşun söyler/Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza.”
Sonra bir gün bir konuşması sırasında kırgın kırgın baktı yüzümüze üstat. Dedi ki: “Beni yalnızca Mona Roza şairi olarak anmalarına kırgınım.” O güne kadar üstadın nesirlerini hiç okumadığımı fark ettim, sonra Edebiyat Yazıları, Hâtıralar, Çağ ve İlham, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi, Sûr, Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı, Diriliş Muştusu, İslâm’ın Dirilişi, Kıyamet Aşısı, Yitik Cennet… Daha pek çok kitabını okudum. Ve okudukça Karakoç’un nasıl bir medeniyet işçisi olduğunu anladım.
Bu yüzden üstadı anarken şiirinden değil fikir adamlığı yanından söz etmek istedim. Onun, medeniyetlerin son noktası olarak bugüne gelindiğinde ulaştığı merhale “diriliş” eksenli bir uygarlık tasavvurudur aslında. Böylesi bir insanlığın teşekkülü için öncelikle özden kabuğa bakılması gerektiğine inanmış ve medeniyet algısının temeline peygamberleri yerleştirmiş üstat.
Bu açıdan onun düşünce ve sanat dünyasında peygamber sadece yoldan çıkmış toplumları doğruluğa ileten bir önder ya da haber verici değildir. Onlar ilk insandan itibaren filiz vermeye başlayan sonsuz bir medeniyetin temel taşlarıdır. Fiziği aşarak, hakikati haber veren bu kutlu önderlerin kronolojik olarak gelişi ve sürdükleri hayatlar tam olarak medeniyetimizin varlığı ile koşut ilerlemektedir.
Bu yüzden sanatçı, medeniyetlerin var olma serüvenini peygamberlerin mizaçları ve yaşamlarıyla somutlaştırmış, her birini uygarlığın bir evresine yerleştirmiştir. İlk peygamber olan Hz. Âdem’in yaratılışı ile insanlık filiz verir. Âdem topraktır, çünkü insan topraktan yaratılmıştır ve bir gün özü tekrar ona dönecek, aslını bulacaktır. Âdem peygamberin ilk günahı işlemesiyle insanın içinde yer bulan “nisyan” kavramı ortaya çıkacaktır.
Unutuşa daha doğrusu şeytana doğru hızla kanat çırpan âdemoğlu su ile imtihan edilecek, bu noktada da Hz. Nuh imdada yetişecektir. Nuh’un gemisi sadece bir kurtuluşu değil aynı zamanda medeniyetlerin varlık mücadelesini de sembolize etmesi adına önemlidir. Âdem ile doğan uygarlık Nuh ile var olma sınavını geçecek, zaman yine şeytandan yana dönecek, ruhları putlar kaplayacaktır.
Medeniyetlerin doğumu ve devamını hazırlayan elbette onu kritik noktalardan geçirmiş, onu ölüm sularına kadar getirmiş, karşısına putlar çıkarmıştır. Artık sınama ateşledir. Hz. İbrahim’i ateşe atan yasa koyucular, onun ateşinden gelecek ve bir uygarlığı ayakta tutacak olan samimiyet ve iman duygusuna şahit olacaktır.
Bu müşahhaslaşmış ruh hali Hz. Yusuf’ta tekrar tecelli ettiğinde de medeniyetin karşısına zindandan saraya; karanlıklardan aydınlığa giden yeni bir hikâye çıkacaktır. Yusuf Peygamber, çeşitli aşamalardan geçerek gelen insanlığın devletini kuracaktır. Medeniyeti devlet haline getiren Hz. Yusuf, nüve olarak Hz. İbrahim’den aldığı inanmışlık ruhunu kullanmıştır. Bu da elbette firavunları harekete geçirmiş, fizik ile metafizik bir kez daha savaşa tutuşmuştur.
Ancak bu defa savaşları kazandıracak olan kurallara ihtiyaç vardır. Mekanizmanın yaşaması için Hz. Musa yasa koyucu olarak, Allah’ın kurallarını medeniyet sitesine kazandırır. Kurallarla belirlenen uygarlık artık hikmet devrine ermeli ve daha müreffeh bir hayat sürmelidir. O noktada Süleyman Peygamber, toplumu rahata erdiren, medeniyetin ruhuna metafiziği koyarak hakikat medeniyetini yukarılara taşıyan bir peygamber olarak karşımıza çıkar.
Toplumlar var olduktan ve düzen kurduktan sonra hemen her dönemde izlenebileceği gibi bir kez daha hakikatten ayrılış, yanlış eksenlere kayış başlayacaktır. Böyle zamanlarda medeniyetler fedakârlık elçileri bekler ki diyet ödensin insanoğlu doğru yolu bir kez daha bulsun. Bu aşamada Hz. Yahya tam bir fedakârlık abidesi olarak gelir, başı ile bedeli öder. Bundan sonra medeniyetler için yeniden doğuşun başlaması haktır.
Sezai Karakoç’un peygamber eksenli medeniyet algısında Hz. İsa, tam da burada bir rönesansa yani yeniden doğuşa karşılık gelmektedir. O, maddenin etkisini kırarak ruhun dirilişini sağlamış, kendinden sonra gelecek bahara öncü olmuştur. Bu yeniden doğuş aslında Hz. Muhammed’e hazırlıktır.
Diğer bütün peygamberlerin bir bileşeni olarak var olan Hz. Muhammed, Hz. Âdem’den itibaren kurulan medeniyet algısında hem öz hem de kabuktur. Onun ruhu uygarlığa atılan ilk tohumdur. Yine onun son önder olarak bıraktıkları medeniyetin dışını kaplayan bir kabuktur. Ondan sonra artık başka peygamber gelmeyecek, medeniyetin tamamlanan son halkası ile insanlar kendi yollarını bulacaktır. Zira ondan bugüne yansıyan ışık, hiç sönmeyecek ve yolumuzu aydınlatacak kadar güçlüdür.
Üstadın bu müthiş medeniyet tasavvuru bizler için bir diriliştir. İşte tam da bu yüzden onun ardından bize bıraktığı yol açıcı fikirleri de konuşmalı ve tartışmalıyız. Yine de Mona Roza’ya kıyamayarak diyorum ki:
“Yağmurlardan sonra büyürmüş başak/Meyveler sabırla olgunlaşırmış/Bir gün gözlerimin ta içine bak/Anlarsın ölüler niçin yaşarmış/Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.”
Sevgili Üstadım:
Büyüttüğün başaklar çok yağmur gördü. Fırtınalarla sarsıldı ama kökü hep sapasağlam kaldı. Şimdi de senin yokluğunu yaşatacak bir diriliş muştusu olarak sonsuza kadar var olacak. Mekânın cennet, makamın âli olsun.