Sene 2016. Bartın Üniversitesi’nin düzenlediği “Edebiyat ve Toplum Sempozyumu”ndayız. Üniversitenin aynı zamanda kurucu rektörü olan sayın Prof. Dr. Ramazan Kaplan’ın ev sahipliğinde (Bu kelimeyi özellikle kullandım. Zira bir rektörün sempozyum boyunca oturumlara katılması, öğretim üyeleriyle tek tek ilgilenmesi çok gördüğümüz manzaralar değildir. Bu açıdan sayın rektör tam bir ev sahibiydi.) gerçekleşen sempozyumun ruhumda bıraktığı iz, sanırım en iyi “rikkat” kelimesiyle ifade edilebilir. Her şeyin düşünüldüğü programda Cuma’ya denk gelen oturumların namaz vaktine göre planlanması, isteyen hocaların araçlarla, sembolleşmiş bir camiye namaza götürülmesi bu rikkatin yansımalarındandı. İşte o gün Cuma’ya giden erkek hocaların arasında biz kadınlar da vardık. Hikâyesini duyduğumuz bir ritüele şahit olmak için topluca Amasra’daki Fatih Camii’ne gittik.
1460 yılında Amasra’yı teslim alan Fatih Sultan Mehmet, şehre adet olduğu üzere Cuma günü girer ve buradaki en büyük kilisede Cuma namazını kılar. Kılıcını da buraya bırakır. Daha sonra adı Fatih Camii olan bu sonsuz mekânda imam, her Cuma ve bayram namazlarında bu kılıçla hutbe okur. Hala bu geleneğin devam ettiği camiden havaya kalkan kılıç eşliğinde yükselen ses, Fatih Sultan Mehmet Han’ın sesidir. “Bu lâhuti mekân kılıç hakkıdır.” diye seslenir ecdat. Bu ezanda bin atlının akınlardaki çocuklar gibi şen sesleri yankılanır, bu salalarda bin atlının o gün dev gibi bir orduyu yenen nal şakırtıları haykırır. Kiliseden dönüşen ve Allah nidası duyulan her bir cami; emperyalist zihniyetin küçük menfaatler uğruna köleleştirdiği, sömürdüğü, dinini, dilini, kimliğini yozlaştırdığı modern (!) düzene karşı; yaşayan ve yaşatan bir inceliğin ta kendisidir.
Kaldı ki bu coğrafyada Müslüman’ı, Hristiyan’ı, Musevi’si, Süryani’si yan yana olmuş, her biri kendi ibadethanelerinde özgürce dinlerini yaşamışlardır. Üstelik bunları koruyup bugüne bırakan yine aynı medeniyettir. Ancak ibadethanelerden bazıları kimlik vurgusu yapar; mekânın adı, toplumun gücü ve kılıç hakkı olur bazen.
İşte tam da bu yüzden Ayasofya, bu toprakların 500 yıllık kimliği ve bin dört yüz yıllık Peygamber emanetidir. Atamızın merhametle yaşattığı güzellikleri ve şefkati yüzyıllar sonrasına taşıyan minarelerinden okunacak ezan, İslam’la şereflenmiş şanlı tarihimizin sesi olacaktır. Kılıç hakkıyla alınan her karede şan da haktır, şanın şükrü ezan da namaz da haktır.
Bu coğrafyada İstanbul’un fethi ayrı durur, Ayasofya’dan okunan ezan ayrı durur. İnsanımız başka şehirlerde de kiliseden camiye çevrilen mekânlar için Ayasofya adını kullanır. Ayasofya’nın bu topraklardaki karşılığı camidir çünkü.
Bundan birkaç sene evvel Alanya ile Gündoğmuş arasında Susuz Dağı üzerinde İlkçağdan kalma harabelere yolumuz düşmüştü. Ayasofya diye anılan bu yeri dolaşırken vaktiyle kilise olarak kullanılmış mağara gibi bir yapı dikkatimizi çekti. İncelerken köşede namaz kılan bir çoban gözümüze çarptı. Dedim ki eşime, “burası kiliseymiş galiba, şimdi de namaz kılmak için kullanıyorlar.” Sesimi duyan çoban selam verdikten sonra, “Abla burası kilise değil Ayasofya. Burda namaz kılınır.” dedi.
Yani Gündoğmuşlu çobanın da dediği gibi bu ülke insanının gönlünde Ayasofya, cami olarak durur. Bir Osmanlı külliyesidir Ayasofya. Tarihte defalarca harabe haline gelmiş bu kutsal mekânı ayağa kaldıran, günümüzdeki görkemine kavuşturan Osmanlı’nın, saygı ve incelikle muhafaza ettiği değerler için gösterdiği hassasiyeti biz kendi kimliğimiz için gösteremiyoruz ne yazık ki.
Tam da bu noktada münevverlerin, entelektüellerin, akademisyenlerin, ülkenin düşünen ve üreten her bir bireyinin daha çok konuşması, bizi biz yapan değerlere sahip çıkması gerekmektedir. Bugün ülkemizdeki bir mekân hakkında tasarruf sahibiymiş gibi tehditler savurabilen dünya ülkelerine karşı “biz” diyemezsek, ses çıkaramazsak mesele Ayasofya’da namaz kılmaktan çok daha derin hale gelecektir. Mesele Ayasofya’da namaz kılmak meselesi değil; mesele kimliğimizle, değerlerimizle barışma ve buluşma meselesidir.
“Sakalları şiirle karışık gönlü Allah’la barışık adam” Cahit Zarifoğlu’nun kaygısıdır:
“O sabah ezan sesi gelmedi camimizden, korktum bütün insanlar için, bütün insanlık adına.”
Bu toprakların Ferhatları tükenmedikçe ezanları her daim var olur, bütün dünya Müslümanları için.
Değil mi ki ayrılıklarımız topal, kavuşmalarımız koşar adım; öyleyse Allah, Ferhatlara güç ve kuvvet versin.
2.7.2020 tarihini bekliyoruz