Yanlış okumadınız, evet bu yazımda “köylüleri öldürmekten söz edeceğim.” Ama benden çok önce birileri bunu söyledi ya da bu çaba gösterildi öyle değil mi?
“Anadolu... Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gâsıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının türediği yer burasıdır. Burada bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada yüzü düşmana dönük nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkalarından vuruldu.” diyen Yakup Kadri Karaosmanoğlu değil midir bize bu soruyu sorduran?
Halide Edip Adıvar’ın düşmanla işbirliği yapan, bilgi taşıyan, elinde 99’luk tespihi, sakalı, şalvarı, sarığı, takunyası ile "işbirlikçi", "üçkâğıtçı", "gerici", "cahil" bir köylü görünümü çizen uçkur derdindeki Fettah Hocasıdır bize bu soruyu sorduran. Kemal Tahir’in kaleminde hayat bulan ve “Başımıza gelenlerin suçu kimin? Yunan’ın değil haşa. Yunan arada, kurban olduğum Allah’ın el ulağı. Suç, ittihatçı kudurganların. ‘Hürriyet’ diye karayılan gibi ıslıklanarak kopasıca kafalarını kaldırdılar. Yedi kralı parmağında oynatan peygamber halifesini it leşi gibi gâvur içlerine sürdüler. Yanımıza mı kalacaktı? Hak ettik.” diyen Nizamettin Hocasıdır belki de. Ya da;
“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok, biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı” diyen Molla Mahmut değil midir bize bu soruyu sorduran?
Her siyasi ve toplumsal dönüşüm beraberinde yeni bir yapılanma vaadi taşır. Eski ile yeni arasındaki farklılıklara vurgu yaparak bir sınır oluşturan sistem, tarihi yeniden biçimlendirecektir. Yaratılmak istenen kurucu mite, hâlihazırda yıkıma ve küllerinden doğmaya şahitlik etmiş bir toplumu ikna etmek kolay değildir. İşte bu noktada popüler anlatılar devreye girer. Ve elbette resmî tarihi kurgulayanlar, edebiyattan devrimlerini kendi talepleri doğrultusunda destanlaştırmasını isterler. Bu, ulus-devlet ve arzu edilen milli kimlik tasavvurudur. 1920’den sonra yazılan romanlar üzerinden karşımıza çıkan tabloya baktığınızda, bu yazının başlığına hak verirsiniz.
Bu ilk dönem romanlarda genel olarak direnişe katılmayan köylüler, yerli işbirlikçiler, yobazlar, feodal yapılar, din adamlarının hainliği gibi konular görülür. Bu yaklaşım ikinci dönem romanlarında Tarık Buğra, Münevver Ayaşlı gibi isimler tarafından değiştirilir. Onlar, savaşın kazanılmasında din adamlarının önemli rolünü de anlatacaktır. Bununla beraber Ermeni olayları da ilk kez bu evrede romana girer. Emperyalistlere ve onun yerli işbirlikçilerine karşı direnen, ırzına, namusuna göz dikilen mazlum Türk tasavvurunun işlendiği bu romanlarda söylem oldukça “ırkçıdır.” Son dönem eserlerinde de genel olarak savaş karşıtı bir tutum, savaşın sonucu olarak yaşanan göçler, Mustafa Kemal ve dönemin tanınmış şahsiyetleri etrafında Milli Mücadeleyi ele alan yaklaşımlar görülür.
Şu halde roman üzerinden şekillenen tarih algısında, özellikle Anadolu köylüsü üzerinden geliştirilen algı irdelenmelidir. Her devrim kendinden önceki yönetimi reddeder. Her ihtilal bir başkaldırı, reddimirastır. 1. Meclis Mustafa Kemal önderliğinde yurdun dört bir yanından kopup gelen vatan sevdalıları ve özgürlük âşıklarıyla bir araya gelmiştir. Bu meclis millî mücadeleyi yönetmiş ve sömürgeci, kapitalist güçlere karşı tek yürek olarak mücadele etmiş ve nihayetinde muzaffer olmuştur. Bu gazi meclis milletin sesi, milletin temsilcisidir. Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i ve Arap’ı omuz omuza, yürek yüreğe tek bir gaye için birleşmiştir: Kayıtsız şartsız özgürlük.
Anadolu’nun bu haklı mücadelesi, bu yeniden diriliş kimsenin zoruyla, zorlamasıyla değildir elbet. Öyle olsa düzenli ordu öncesi yerel direnişler olur muydu? Öyle olsa Hasan Tahsin, Sütçü İmam olur muydu? Öyle olsa Urfa Şanlı, Antep Gazi olur muydu?
İşte bu boynu bükük, mütevazı Anadolu insanının kanıyla yazdığı destanı Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kimi entelektüelleri görmedi, görmek istemedi. Kurucu irade, hayal ettiği ulus devlet ideali uğruna gelenekçi Anadolu insanını değiştirmek, dönüştürmek istemiştir. Modern Türkiye’nin yol haritası yönetici elitler elinde çizilmiştir. Tasavvur edilen ulus devlet modeli ise mütefekkir, sanatkâr ve edebiyatçıların eserlerinde ete kemiğe bürünecektir. Ancak bu resimde gelenekçi ve mütedeyyin Anadolu insanına yer yoktur. Dolayısıyla kimi düşünür ve edebiyatçılar eserlerinde Modern Türkiye’ye yakıştıramadıkları bu primitif insan kesimini dışlamış, ötekileştirmiş hatta topyekûn ihanetle suçlamıştır.
Öyleyse şimdi vakit; siyasi ve ideolojik kaygılarla var edilen Milli Mücadele romanında haksızlığa uğrayan Anadolu köylüsüne gerekirse roman roman bakma vaktidir. Öyleyse vakit; Ömer Türkeş’in dediği gibi “meşruiyetini tarihte arayan ya da bugünün sorunlarını geçmişte çözmek isteyen her kesimin yeniden yapılandırmaya çalıştığı milli mücadele döneminin Anadolu insanından soyutlanama”yacağını anlatma vaktidir. Vakit nedir biliyor musunuz? Vakit, aydın olmanın şuurunu taşıma ve toplumların kaderini, ırzını teslim etmeden çizen, önce içinden çıktığı halkla barışan bir aydın olma vaktidir.
Soluğumuz bir gazetenin sayfaları arasında yettiğince, klasik diye kutsadığımız romanların satır aralarındaki gerçeklerle yüzleştirmeye çalışacağız sizleri. İlerleyen yazılarda ilk örnekleri paylaşabilmek arzusuyla…