Merhabalar sevgili okurlarım. Kaç kişiyiz bilmiyorum ama bir aile sıcaklığı ile bilgilerimi, yorumlarımı sizlerle paylaşmaktan her hafta keyif alıyorum. Bu hafta sizlerle aslında toplumun en büyük problemlerinden bir tanesi olan duygusal yeme bozukluğu üzerine konuşacağız. Çünkü kilo problemi olan birçok insanda bu durumu gözlemleyebiliyoruz.
Kliniğimize gelen bireylerin öyküsünü dinlediğimde en çok merak ettiğim ve irdelediğim kısım aslında kilo probleminin arkasında yatan temel sebep oluyor. Yani aslında insanları harcadığından daha fazla kalori almaya iten temel neden nedir? Bunu hep merak ederim. Kimilerinde bu durumun bebekliğinden beri olduğunu öğreniriz ve hiç zayıf bir insan olamamasından şikâyet ettiğini duyarız. Kimilerinden – hatta belki birçoğunda – evlenmeden öncesinde ne kadar zayıf olduğunu ancak evlendikten sonra ne olduğunu anlamadan kilosunun bir anda arttığını duyarız. Şimdi ben size bu gibi durumlardan oldukça tanıdık gelen ve yetişkinlik döneminde bireylerde artık duygusal yeme bozukluğu halini almış basit bir örnek açıklayacağım.
Kimsenin çocuk yetiştirme tarzını eleştirmek gibi bir amacım olmadığını ve benim de bir iki tane evladı olan bir baba olduğumu bilmenizi istiyorum öncelikle. Ama şöyle bir Türk toplumunun çocuklar ile ilgili yaklaşımından bir örnek verecek olursak aslında hepinizin de bana katılacağını düşünüyorum.
Çocukların ağlaması ya da mutsuz olmasını pek fazla istemeyiz. Dolayısıyla onların mutsuz olacağı durumları elimizden geldiğince ortadan kaldırmaya çalışsak da bazen bu pek de mümkün olmayabiliyor. Peki ne yapıyoruz? Ya da yapıyorduk? Bir çocuk hayal edelim yere düşmüş dizi kanıyor ve ağlıyor. Annesi ya da babası ya da herhangi bir akrabasının ilk düşüneceği şey nedir? Onu bu durumdan kurtarıp mutlu edebilmek. Hemen aklımıza gelen ilk düşünce de genelde “gel bakalım markete girip sana istediğini alalım” ya da “eğer ağlamazsan sana çikolata alabilirim/verebilirim” gibi yaklaşımlar. Biliyorum son zamanlarda ebeveynlerimiz oldukça bilinçli ve birçoğu bunu yapmıyor ama şu an ki yetişkinlerin büyük bir kısmında bu durum çocukluklarında vardı. Şimdi ise büyüyen o yetişkinlere baktığımızda herhangi bir duygu durum değişikliğinde kendilerini yiyeceklerle ödüllendirdiklerini veya mutlu etmeye çalıştıklarını görüyoruz. Hatta öyle zamanlar oluyor ki bireyler sadece yerken mutlu olduklarını ifade ediyorlar.
Akşamları eve gelen ve günü yoğun geçmiş yorgun olan birinden bahsetsem ve akşam ne yapacağını konuşacak olsak sanırım yemeli bir aktivite bir tek benim aklıma gelmez. İşte burada da ödüllendirme mekanizması yine çalışıyor. “Çok yoğun ve yorucu bir gündü. Bunu hakettim.” düşüncesi ile akşam saatlerinde kendimizi mutlu edecek yiyecekler tüketip uykuya geçiyoruz. Sonrasında ise lezzetli yiyeceklerle aramızdaki bu kırılmaz bağın bizi nasıl obez yaptığına şaşırıyoruz.
Ne yapılabilir? Sorusuna ise birkaç cevabımız var elbette. Öncelikle gerçekten aç olup olmadığınızı ayırt edebilmek için birkaç dakika durup düşünmenizi istiyorum sizlerden. Buzdolabının kapağını açıp önünde bekliyor ve acaba ne yesem diye düşünüyorsanız muhtemelen gerçekten aç değilsiniz demektir. Sonrasında su! O kadar önemli ki. Evet bazen sadece susadığınız zaman gidip bir şeyler atıştırıp üzerine koca bir bardak su içip “oh!” diyorsunuz. Gelin o suyu öncesinde içelim. Çünkü kendimizi bir şeyler yemeye o kadar alıştırdık ki beynimiz bazen susadığında bu durumu atıştırmanız gerekiyormuş gibi algılayabiliyor. Ve en önemli kısım; sağlıklı proteinler tüketin ve bol lifli beslenin ki tokluk süreniz uzun, psikolojik açlığınız ise hiç olmasın.
Herkese sağlıklı ve mutlu günler dilerim…