Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Develer tellal olmaktan usanmış, pireler berberliğe tövbeli, bir dünya ki dünya içinde… Masal masal mat atar, iki sıçan göbek atarken… Gülün muradı dikende, sevdası bülbül dilinde iken… Masalın yalancısıyım; ol vakitte, Kaf Dağı’nın eteğinde, Zümrüdü Anka kuşunun kanadında, dünya derler bir kırık testi durur imiş. Gelen suyundan içer, giden içtiğine aman eder, gönlü murat alma hayaliyle kanmış bir gölgelikmiş burası. Ezelden yazılmazsa kul başına kaza gelmez, ecel ermeyince kimse ölmez, bedenden çıkan ruh yerine girmez, âdemoğlu malı mülkü biriktirir de nasibinden fazlasını yiyemezmiş. Baba oğluna bir bağ bağışlamış, oğul babasına bir salkım üzüm vermediğine sevinirmiş bir de… Dostluğu, inceliği dağa kaldırmışlar arkasından bir de türkü tutturmuşlar… Böyle bir devranmış dönmeye yüzü kalmamış…
Efendim bu hafta konumuz masalsa yazımız da böyle afili bir girişi hak ediyor demektir. Ne şanslıyım ki çocukluğumun yazları Eğrigöl Yaylası’nda geçerdi. Kıvrıla kıvrıla uzayan bir masal gibi incecik yollardan geçerek gidilen yaylada elektrik yoktu. Lambada titreyen alevin duvarları ısıtmaya yetmediği ateş başında, komşumuz Cemile Teyze ellerini gölgelendire gölgelendire masallar anlatırdı. Ah, padişahın kızına az mı üzülür, Keloğlan’ın zekasına az mı şaşırırdık? Bülbülün güle sevdasını, Mecnun’un Leyla’ya yanışını anlamazdım ama masallardan fırlayıp gelen dev analarını, gak deyince et, guk deyince su verilen kuşları çok gerçekçi bulurdum.
Bu masallar bizimdi çünkü. Buram buram Anadolu hülyasıyla yoğrulmuşlardı. Türk örf ve değerleriyle çocuk ruhumuzu süsleyen; iyiliği, güzelliği, doğruluğu öğütleyen incelikli bir yanları vardı.
Sonra bir gün Keloğlan modern olma yolunda geride kalıverdi. Köylü masalı diye horlandı, çocuklara anlatmak geri kalmışlık gibi görüldü. Artık bizim yeni kahramanlarımız vardı. Saçlarıyla dünyayı taşıyan Rapunzel, kurbağayı prens yapan, Pamuk Prensesi dirilten sihirli öpüşler, yamyam cadıdan kurtulan oduncunun çocukları, la la la la lay lay diye şarkılar çığırarak ormanı şenlendiren sevimli Kırmızı Başlıklı Kız’ımız, üvey anne zulmünün biricik güzelliği Külkedisi... Ve daha niceleri…
Peki Batı hülyasının yegâne numunesi olan bu masalların hangi ruh halinin ve zihniyetin tezahürü olduğundan haberimiz var mı? Masallar toplumların kültürel hafızasıdır. Yani o toplumun değer ve kimlik algısının önemli ipuçlarını taşırlar.
İşe Grimm Masalları olarak bilinen bu masalların kısa tarihçesiyle başlayalım. 1812’de ilk cildi, 1814’te ikinci cildi yayınlanmış olan Grimm Masalları’nı bazılarına göre Grimm Kardeşler köy köy dolaşıp derlemişler bazılarına göre ise aristokrat ya da orta sınıf mensubu genç eğitimli kadınlar dadılarından, mürebbiyelerinden ve uşaklarından duyduklarını anlatmışlardır.
Aslında temelde Grimm Kardeşlerin derledikleri masalların neredeyse hepsi Avrupa’da ülkeden ülkeye aktarılan, çatısı aynı olup muhtevası dolaştığı yerlere göre değişiklikler gösteren anlatılardır. Max Lüthi Avrupa masallarıyla ilgili yaptığı çalışmada Alman masallarının Avrupa masallarıyla kardeş olduklarını gösterir. Ewig’in ifadesine göre Grimm Masalları Avrupa halklarının masallarındaki müşterek bir üslubun sonucudur. Grimm Kardeşler, bu masalları yazıya aktarırken bazı düzenlemeler yaparlar. Özellikle masalların korkunç ve uygunsuz muhtevalarını ikinci baskıda törpülerler.
Birkaç örnek verelim isterseniz. Avrupa’da geç Orta Çağ’daki sözlü anlatımda köylü bir kız, büyükannesini ziyarete giderken bir kurtla karşılaşır. Biri raptiyeli yoldan, diğeri iğneli yoldan büyükannenin evine giderler. Kızdan önce eve varan kurt, büyükannenin bir kısmını kıza bırakarak onu yiyip yutar. Kalan kısmını doğrayıp süsleyerek kıza sunar. Kız bunu yer. Hatta büyükannenin kanını da şarap olarak içerler. Daha sonra kız kıyafetlerinin her seferinde birini soyunacak şekilde çıkarır ve yakar. Kurtla bildiğimiz soru-cevap ritüelinden sonra yatağa girerler. Sonra kurt kızı mideye indirir.
19. yüzyılda halkbilimciler Avrupa’dan pek çok masal derlerler. Bunlar “genç bakirelerin ayıyla, keçiyle, maymunla, kurtla” evlendirildiği ve öykünün sonunda hepsinin erkeğe dönüştüğü anlatılar. Kurbağa Prens de bunlardan biri. Prenses dünyanın sonundaki kuyudan su almaya gönderilir. Kuyuda kendisine yardım eden kurbağaya şaka mahiyetinde onunla evleneceğini söyler. Fakat daha sonra bu bir zorunluluğa dönüşür. Kurbağa en nihayetinde kızla birlikte olmak istediğini söyleyince Prenses onu duvara fırlatır ve kurbağa prense dönüşür.
Uyuyan Güzel’in uyuklayan akıbetine bakacak olursak; kız uykuya daldıktan sonra tecavüze uğrar ve iki çocuk doğurur. Uyandığında iki çocuk annesidir.
Zavallı Külkedisi de aslında göründüğü kadar masum değil. Üvey kız kardeşler unutulan cam ayakkabıya sığabilmek için ayak parmaklarını keserler. Her yer kan revan olunca gerçek anlaşılır. Grimm Masalları’nda bu kız kardeşleri affeden Külkedisi, aslında affedici değildir. Üvey kardeşlerinin gözlerini oydurur ve kör birer dilenci olarak yaşamalarını izler.
Daha o kadar örnek verilebilir ki… Şimdi buraya kadar anlatılanlardan yola çıkarak soruyorum size: Bizim iyilik, doğruluk, dürüstlük, erdem, sevgi gibi değerler hakkında bilinç oluşturan yüzlerce masalımız varken neden ısrarla tek hayali bir prensle evlenmek olan sahte kahramanların masalları ile çocuklarımızı büyütüyoruz? Üstelik sapkın bir zihniyetin tezahürü olan masallarla?
Lütfen küçük çocuğunuza sorun bu akşam. Büyüyünce ne olmak istiyorsun? Çocuğun cevabı, “Prenses olmak istiyorum.” ya da “Ben büyünce prens olacağım.” ise bir yerlerde yanlış yapıyoruz demektir.
Bir de hafızanızı yoklayın bakalım masal deyince aklınıza hangileri geliyor? Külkedisi, Uyuyan Güzel, Kırmızı Başlıklı Kız, Rapunzel mi Apalakla Topalak, Dev ile Keloğlan, Şahmeran, Helvacı Güzeli mi? Verdiğiniz cevap ilk gruptan ise bir yerlerde yanlış yapıyoruz demektir.
Sözün özü Batılı olma yolunda kimliğinden soyuna soyuna yol alan bizler medeniyetimizin biricik masal kahramanlarına bir özür borçluyuz.
“Kel oğlan keleş oğlan
Neden bu telaş oğlan
Biz senden geçmedik
Dünyamızda az daha eğleş oğlan”