Söz, dilden çıkarsa kelam; gönülden çıkarsa figan olur. İşte bu sebepten gönlümle oturdum da satırların başına bir kurdun rüyasını göremeyen gözlerimize, bir medeniyet feryadıdır bırakayım istedim. Görebilene umut, göremeyene hayal olsun.
Alfred De Vigny’nin “Kurdun Ölümü” adlı bir şiiri vardır. Yahya Kemal’in derslerde öğrencilerine anlatmaktan hiç bıkmadığı bir hikâyedir bu. Bakın nasıl anlatır büyük şair, kurdun ölümünü ve geride kalan kederli dulun gördüğü rüyayı:
“Aralarında şair Vigny’nin de bulunduğu avcılar, gece tüfeklerinin beyaz parıltılarını gizleyerek gördükleri taze ayak izlerini takip etmekte, ağaç dallarını ayırarak yavaş yavaş ilerlemektedirler. Bir ara avcıların üçü duraklar. Vigny, onların ne gördüklerini merak edip aranırken ansızın karşısında alev saçan iki göz görür: Kurt. Yavruları biraz ötede sessiz sessiz oynamakta, fakat içgüdüleriyle düşmanlarının yakında, pusuda beklediğini bilmektedirler. Dişi kurt ise ‘bu tehlike karşısında bir zamanlar Romanın kurucuları Romus ve Romulus’u emzirdiği için Romalıların taptığı heykel gibi donuk’ beklemektedir.
Erkek kurt, bütün kaçış yollarının kapalı olduğunu anlayınca, önce ön ayaklarını kumluğa saplayarak çömelir. Sonra üzerine saldıran köpeklerden en cüretlisini seçer ve bütün gücüyle gırtlağına sarılır. Avcılar açtıkları ateşle erkek kurdu delik deşik eder, bıçaklarını gövdesine üşürürler. Ne var ki o, demir gibi çene kemiklerini çözmez, nihayet köpeği öldürür. Başını çevirip avcılara bakar, ağzından akan kanları diliyle yalar, avcılara bir daha baktıktan sonra, nasıl öldürüldüğünü bilmeye tenezzül etmeksizin iri gözlerini kapatır.
Bu maceradan sonra Vigny başını tüfeğinin namlusuna dayayarak şöyle der: Eğer bu iki yavru olmasaydı o güzel ve kederli dul, erkeğini bu büyük imtihanda yalnız bırakmazdı. Lakin bir vazifesi vardı: O iki yavruyu dağlara kaçırmak, onlara orada açlığa tahammül etmeyi ve şehirlerde bir lokma ekmeğe ve bir yatacak yere mukabil insanın önünde ava çıkan zelil hayvanların insanla akdettiği ittifaknameye hiçbir zaman dâhil olmamayı öğretmek.
Şimdi düşünün gençler, gece ıssız ormanda, ay ışığında ağzından akan kanları yalayarak, zillete düşmeksizin, şerefle ölümün kucağına atılan erkek kurt, yok olan Türk ordusudur. Dişi kurt anne Anadolu. Kurdun yavruları ise Anadolu’da kıyama kalkan halk…” (Bozgunda Fetih Rüyası)
Ve hepsi bir tek rüyanın peşinde toprak olmayı göze aldılar .O rüyadır ki bu millete, teslim olmamayı, gerekirse onurla ölmeyi, zillete düşmemeyi, esaret altına girmektense yok olup gitmeyi öğretti. Bu onurlu duruş kıl çadırların içinde boy boylayan, soy soylayan Alp bir Aslan’ın kılıcıyla Anadolu’yu yurt etti. Sonra Osmanlı adaleti salındı da dört bir yana ahali sevinçle karşıladı başına baht diye konanı. Nice hüküm sürmek kolaydı lakin düzen yeni olunca yurt da tutunamaz oldu toprağa. Ama ölürken bile düşmanının boğazını bırakmayan o erkek kurdun cesareti, yok olan Türk ordusunun bize en şerefli mirası oldu. Çocuklarına esaret altına girmeden, zillete düşmeden, üç kuruşa onurunu satmadan yaşamayı öğretmek için yavrularını koruyan kederli dulun rüyası, Anadolu’nun tutan mayası oldu. O büyük savaş ortasında çaresizce kalakalan yavruların ahdi, yüreği ve onuruyla ayağa kalkan atalarımızın ta kendisi oldu.
Şimdi biz o neslin torunları olarak bir tarih şuuru ile bakmıyorsak hadiselere, bir medeniyet kavgasının ortasında geçmişi, şimdisi ve geleceği şan olan kimliğimizi miras bırakamıyorsak evlatlarımıza, anlatamıyorsak nereden ve nasıl geldiğimizi kurdun ölümü boşadır. Kederli dişinin yavrularını dağlara kaçırmak için verdiği savaş boşadır. Unutmak en ağır ölümdür. Geçmişimizi unutursak geleceği öldürürüz. Var olmanın yolu varlığı bilmekten geçer.
Yahya Kemal’in satırlarından sızıp da gençlerin ruh dünyasına işleyen bu hikâye ile anlayacağımız şudur ki; Türk milletinin var oluş mücadelesini unutmadığımız ve unutturmadığımız sürece var olmaya devam edeceğiz. Kurda düş gördüren Yaratıcıya, o düşü alnımıza yazdıran kadere and olsun ki “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal.”
Bedia KOÇAKOĞLU