Şam: Kara Gözlü Bir Çöl Ahusu!
Nerede kalmıştık? Şam’ın hikâyesini paylaşmak hassasiyeti düştü mü gönlüme, satırlar mahcubiyetten ezilerek yerleşiyor kâğıdın yüzüne. Sana mektup yazma gereği hâsıl olunca belki de ilk anlatmam gerekendi bu yaşadıklarım. Daha çok bilmeli ve daha çok ibret almalıyız çünkü. Çünkü “keşkeler”, geride kalmış bir vatan olarak boğazımızda düğümlenmeden harekete geçmeliyiz.
Bundan çok değil, birkaç sene evveldi. Seninle bir STK projesi olarak Kepez’in arka mahallesindeki bir ilkokuldaki miniklere kışlık mont dağıtma kampanyası için ellerimizde torbalar binadan içeri girmiştik. Kendimi iyi niyet ve yardım elçisi zannetmenin aptal gururu içinde çıkmıştım okulun merdivenlerini. Birileri için bir şey yaparak, ne kadar iyi olduğumu kanıtlayacaktım kendime. Acıya değmeden, acı çekilemeyeceğini anlayamamışım meğer. Zannediyordum ki senede birkaç yardım yaparsak insan olmanın gereği yerine gelirdi. Birilerini mutlu edince mutlu olurdum ben de. Oysa mesele sadece mutlulukla mutlu olmak değilmiş. Mesele ıstıraba da ortak olmakmış. Mesele yüreği kanırta kanırta yerinden söküp bir çocuğun gözlerine gömecek kadar sevmekmiş tüm insanları.
Tüm öğrenciler derste olduğu için derin bir sessizlik vardı koridorlarda. “Yoksulluğun sesi olurmuş” dedim kendi kendime. Duvarları beyazdan griye doğru yükselen merdivenlerde tırabzanlara tutunmadan çıktım yukarıya. Merdivenden sakince inen iki kız çocuğuna ilişti gözüm. Kim olduğumuzu anlamak ister gibi baktılar. Siyah saçlı olan hafifçe gülümsedi. Üzerindeki örme ince süveterin pembesine takıldı gözüm, neden bilmem. El örgüsü süveterin iplerinden çoğu attığı için büyük bir delik oluşmuştu ön kısmında. Küçük kız süveterin yırtık yerine baktığımı anlamışçasına eliyle kazağını tuttu. Kapatmak istedi olmayasıca yokluğu. Yanaklarından bir utanç geçti sessizce. Saçlarının sabunla yıkanmaktan sertleşen kıvrımlarını yanımdan geçirerek biraz kırgın indi aşağıya. Arkasından baktım bir süre. Bir süveterin yırtığından geçirdiğim insanlığımı nasıl da küçük kızın kırgın yüzünde sınadığımı dehşetle fark ederek baktım ardından.
Müdür bizi odasına kabul etti. Bizim çalışma masalarımıza pek de benzemeyen eski bir masa, dört misafir koltuğu, birkaç sandalyeden mürekkep odaya girdiğimde kendimi ilk bulduğum yere bıraktım usulca. Az önce yanımdan geçen küçük çocuğun zihnime açtığı gedik bir türlü kapanmamıştı. Kimdi? Babası ne iş yapardı? Annesi var mıydı? Kantine mi gidiyordu acaba? Kantinden bir şey alacak parası var mıydı? Ayakkabılarına bakmamıştım. Tüh, keşke baksaydım. Yokluk ayakkabıdan belli olurmuş gibi ayakkabılarını görseydim, kantinden bir şey alıp alamayacağını bilirdim. Bilmek neye yarardı ki… Çocuk kapatmaya uğraştığı yoksulluğunun içinden bana bakıyor gibiydi. Bir türlü kurtulamıyordum o gölgeden.
Az sonra Müdür Bey’in odasında bir yanda dizdiğimiz montlar diğer tarafta kitaplarla öğrencileri beklemeye başladık. Önceden belirlenmiş minikler arasında o kız çocuğunu da görmek, belki de vicdanımı susturma adına, içimi rahatlattı. Kocaman kara gözlerle gözlerimin taa içine baktı ve gülümsedi. Ben hiçbir zaman bir gülüşle dünyanın bu kadar aydınlandığını görmemiştim. O güzel gülüş, basit dertlere dertlenen ruhuma ne kapılar açtı bir bilsen. Müdürün o küçük odası genişledi genişledi de Torosların bütün rüzgârları doldu sanki içime. Ellerinin zayıflığını tutmaktan ürktüm. İnciteceğim gibi geldi. Yavaşça eğildim.
“Merhaba canım. Adın ne?”
“Şam. Suriyeliyim.”
Vatanının adını kader yapan bu güzel çocuğun kendini ait hissettiği toprağı bir çırpıda, ben sormadan söyleyivermesi içimi bir kez daha acıtmıştı. Vatan öyle bir şeydi ki ufacık bir kızın boynu bükük, gurbet ellerde kalışının ıstırabı kadardı. Vatan, ardında yüzlerce şehit bırakan, bir kez bile ah etmeyen anaların sevdası kadardı. Vatan, topraktı, var oluştu, kimlikti. Bu küçük kız da adıyla beraber kimliğini söylüyordu bana: “Suriyeliyim.”
Adını ve toprağını söylerken gözlerinden bir an bile çaresizlik geçmemişti. Aksine büyük bir gururla başını yukarı kaldırıp da söylemişti. “Suriyeliyim.”
“Türkçeyi ne güzel konuşuyorsun, kaç yıldır buradasın?”
“İki yıldır.”
Hemen bir mont alıyor ve giydiriyorum küçük kıza. Dokuz-on yaş, kırmızı bir mont. Önünde iki fermuarlı cebi, kenarlarında fırfırlı şeritler, belinde ince bir kemerle gülümseyen bir mont. Mont gülümser mi deme. Onun kadar hayata tutunmuş bir Suriyeli çocuğu koruyacaksa soğuktan, annesinin teneffüslerde kantinden çikolata alamaz diye koyacağı üç beş kuru üzüm tanesini taşıyacaksa cepleri, evet, bir mont da gülümser.
Mutlu olması gerekirken birden bire kayboluyor gözlerinde az önce var olan ışık. Başını öne eğiyor yavaşça… Suriye’de bir bomba patlıyor o an. Bir anne çocuğunu bağrına basıp siper ediyor kendini kurşunlara. Çöl tüm acımasızlığıyla bir tek adam oluyor da yağıyor gökten, bomba niyetine. Bir caminin duvarı dibinde vuruluyor ihtiyar bir adam. Bir çocuk elinde topu, uzanıp kalmış caddeye. Bir asker, yeşil başörtülü bir kız çocuğunun gözlerinin içine bakıyor silahını doğrulturken. Çocuk kıpırdamıyor yerinden. Gözünden bir yaş sızıyor yanaklarına, ağlamıyor inadına. Dimdik duruyor, kaskatı. Minicik gövdesine kurşun girerken asker bakıyor donuk gözlerle. Çocuk yıkılıyor askerin yüreğine. İnsanlık, askerin kurşunundan çocuğun gözlerine isabet ediyor da bir daha var olana kadar terk ediyor Suriye’yi… Ve Şam, başı öne eğik gözlerinde biriken yaşlar akmasın diye uğraşıyor.
Sana önceki mektubumda söz ettiğim kimlik tam da böyle bir şey. Biliyor musun bir coğrafya baştan aşağı yıkılsa, çökse, onu yeniden ayağa kaldıracak bu çocuklar işte. Vatan bilincini kaybetmemiş, kimliğini, medeniyetini, ad olarak benliğinde taşıyan nesiller var oldukça binalar yıkılsa da toprak tarumar olsa da bir gün yeniden, daha güçlü inşa edilir vatan. Zira vatan sadece toprak demek değildir; medeniyet ve kimliktir vatan. Bunlar da çocuklarımızın benliğinde, belleğinde taşınır. Ve beden ölmediği sürece benlik de bellek de sökülüp atılamaz.
Biz kendi çocuklarımıza bu bilinci verme konusunda işin neresindeyiz seninle? Daha bunu konuşacağız, tartışacağız. Ama gazetenin de bir harf sınırı var. Burada durmam gerek. Dedim ya bu mektup kaç sayı uzar bilmiyorum. Kara gözlü bir çöl ahusu gibi duran küçük Şam’ın hikâyesi daha yeni başlıyor. Bir sonraki mektubumda önce bu hikâyeyi tamamlayalım sonra da neler yapılması gerektiği üzerinden konuşalım seninle.
Son olarak neden mi bu kadar sayı ve sayfa sana sesleniyorum? Sait Faik’in dediği gibi “Yazmasam deli olacaktım.”
Seni topluma, toplumu da Allah’a emanet ederek…
Çok sürükleyici. Mektup değil roman gibi. Geçişler mükemmel, cok yaratıcı. Yoksulluk ve savaşı, kimlik ve vatan bilincini bir arada bu derece insanın içine işleyerek anlatan özel bir yazı. Elinize, yüreğinize sağlık